12 Ağustos 2007 Pazar

Kolesterol Nedir?

Kolesterol aslında vücudun tüm hücrelerinde bulunan ve önemli görevleri olan bir maddedir.Bu madde hormonların ve sağlığımız için gerekli olan başka bazı maddelerin yapımında kullanılır.

Kolesterol yağa benzer bir maddedir.Kanın ise, su içeriği yüksektir.Aynı yağ ve suyun karışmadığı gibi, kolesterol de kan ile tam olarak karışamaz, kan içerisinde küçük paketler halinde taşınır.

Kolesterol Fazla Olursa:
Kolesterol vücudumuzda gereğinden fazla olursa ciddi sağlık riskleri oluşturur.Dmar duvarlarında birikerek plaklara ve damarların daralmasına neden olur.Buna ateroskleroz ya da damar sertliği denmektedir.Damar sertliği zaman içerisinde organa giden kana engel oluşturacağından önemli hastalıklar gelişir.Örneğin kalp damarlarının tıkanması koroner kalp hastalığına, beyne giden damarların tıkanması da felçlere yol açar.

LDL Kolesterol (Kötü Kolesterol):
Arterlerde biriken kolestroldür.Kanınızdaki LDL kolesterol miktarı arttıkça, damar sertliği riskiniz artar.

HDL Kolesterol (İyi Kolesterol):
Vücutta kolesterolü karaciğere taşır ve karaciğer kolesterolü vücuttan uzaklaştırır.HDL kolesterol düzeyinizin yüksek olması sağlığınız açısından iyidir.

Neler Yapabilirsiniz?

Eğer LDL kolesterolünüz yüksek, HDL kolesterolünüz düşük ise risklerinizi azaltmak için bazı önlemler almalısınız:

  • Uygun bir diyet yapın.
  • Düzenli olarak ve doktorunuzun önereceği çekilde egzersiz yapın.
  • Eğer lipid düşürücü ilaç reçete edildiyse, düzenli kullanın.
  • Fazla kilonuz varsa, kilo verin.

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Aritmi

Normalde kalp atımı, sağ kulakçıktan başlar. Sağ kulakçıkta elektrik uyaranlar çıkaran sinüs düğümü adı verilen özel hücre grupları vardır (doğal kalp pili). Uyaran kulakçıktan atriventriküler düğüme gelir. Atrioventriküler Düğüm, uyaranı karıncıklara taşıyan yollarla (sağ dal, sol dal) bağlantılıdır.

Uyaranın bu yollar aracılığı ile bütün kalpte dolaşması sonunda önce kulakçıklar kasılarak kan karıncıklara pompalanır. Saniyeden kısa bir süre içinde kasılan karıncıklar yardımıyla kan tüm vücuda dağıtılır. Bu işlem normalde dakikada 60-100 kez tekrarlanır.

Gerek uyaranın sinüs düğümünden başka yerlerden çıkması, gerek iletim yollarındaki aksaklıklar (blok) ve gerekse sinüs düğümünün anormal çalışması bu normal süreci bozar ve aritmi denilen kalp atım bozukluklarına neden olur. Kalp atımlarının düzeninin değişmesine aritmi denir.

Ritmi, atımlar arasındaki aralıkların kısalıp uzaması ve atım sayısının anormal ölçüde artmış (takikardi) veya azalmış (bradikardi) olması halidir.

Değişik kalp hastalıkları (koroner kalp hastalıkları, kalp kası hipertrofisi, kalp kasının iltihabi hastalıkları, kapakçık hastalıkları, elektrofizyolojik anormallikler) aritmiye neden olur. Bunun dışında metabolik bozukluklar, elektrolit denge bozuklukları, tütün, alkol, stres, cafein, diyet ilaçları, soğuk algınlığı ilaçları da aritmi nedeni olabilir.

Aritmiler, kalp atımına neden olan elektriksel odağın bulunduğu kalp bölgesine göre, Atrium (kulakcık) kökenli aritmiler ve Ventriküler (karıncık kökenli) aritmiler olarak ikiye ayrılır.

Atrium (Kulakçık) Kökenli Aritmiler

Sinüs Aritmisi: Solunuma bağlı olarak kalp hızındaki değişmedir.

Sinüs Takikardisi: Sinüs düğümü alışılmıştan hızlı eletriksel uyaran çıkartır ve kalp hızı artar.

Prematüre Supraventriküler Kontraksiyon: Zamanından önce ortaya çıkan karıncık üzeri bölge kökenli kalp kasılması.

Prematüre Atrial Kontraksiyon: Zamanından önce ortaya çıkan kulakçık kökenli kalp kasılması.

Supraventriküler Takikardi: Karıncık üzeri bölgeden köken alan kalp hızı artması.

Paroksismal Atrial Takikardi: Nöbetler halinde gelen kulakçık kökenli kalp hızı artması.

Ventriküler (Karıncık Kökenli) Aritmiler

Prematüre Ventriküler Kompleks: Zamanından önce ortaya çıkan karıncık kökenli elektiriksel uyarana bağlı, karıncık kasılması.

Ventriküler Takikardi: Karıncık kökenli elekriksel uyaranlara bağlı kalp hızı artmasıdır. Hastada çarpıntı, göğüs ağrısı, solunum güçlüğü, hırıltılı solunum yakınmaları ortaya çıkar. Tansiyon düşüktür. Komaya kadar gidebilen şuur bozuklukları olur. Hastanın en kısa zamanda hastaneye yetiştirilmesi gerekir.

Ventriküler Fibrilasyon: Karıncığın kontrolsuz ve çok hızlı kasılmalarıdır. Bu durum kanın pompalanmasından ziyade karıncığın titremesine sebep olur. Nabızsız aritmi adı da verilir. Kalbin pompalama yeteneğinin kaybı ile ani ölüme neden olur.

Kalp Bloğu

Elektriksel uyaranın normal yollardan karıncıklara geçememesidir.

Uyaranların tamamı gecikerek geçer.

Uyaranların bir kısmı gecikerek geçer.

Uyaranların hiçbiri geçemez. (Kalp atımları karıncıklardan köken alır, kalp hızı çok yavaştır.)

Sadece Sağ Dal'da iletim bozulmuştur (Sağ Dal Bloğu).

Sadece Sol Dal'da iletim bozulmuştur (Sol Dal Bloğu).

Aritmi Tanısındaki Testler

Elektrokardiyografi (EKG)

Kalbin elektriksel aktivitelerinin kaydedilmesidir. Göğsün üstüne, el ve ayak bileklerine çeşitli diskler yerleştirilir ve kaydedici cihaza kablolarla bağlanır. Kalbin elektriksel sinyalleri bir kağıda yazdırılır. Doktor kalbin ritminde değişiklik olup olmadığını kontrol eder. Türleri:

İstirahat EKG'si: Hasta EKG çekilirken hareketsiz olarak birkaç dakika yatar.

Egzersiz EKG'si: Hasta EKG'ye bağlıyken bisiklet ve koşu bandında efor yapar. Bu test, egzersizin aritmiye neden olup olmadığını veya aritmileri artırıp artırmadığını veya kalp kaslarına kan akımının bozulduğuna dair bir belirti çıkıp çıkmadığını (iskemi) gösterir.

Holter Testi (24 saatlik EKG takibi): Hastanın günlük hayatı sırasındaki EKG değişikliklerini kaydeden bir cihazdır. Bu test sayesinde diğer EKG testlerinde görülemeyen ritm bozuklukları veya iskemik bulgular saptanır.

Transtelefonik İzleme: Hasta kaydedici cihazı, 24 saatten daha uzun süre taşır. Hasta aritmi hissedince bu bilgiyi, izleme istasyonuna ya anında ya da kaydederek daha sonra telefon yardımıyla iletir. Bu test daha çok nadir gelen aritmileri saptamakta yararlıdır.

Elektrofizyolojik Çalışma (EPS)

Genellikle kasık toplar damarından girilerek, ince ve esnek bir tüp (katater) yardımıyla sağ kulakçık ve karıncığa ulaşılır. Kalbin elektriksel aktivitesi izlenir. Bu test, doktorların aritminin tipini ve tedaviye nasıl cevap verdiğini saptamalarına yardım eder.

Aritmilerin Tedavisi

İlaçlar: Dikkatli seçilmelidir. Yan etkileri fazladır. Aritmiyi artırabilir. Dozun tesbitinde sürekli doktor kontrolu ve EKG testleri kullanılmalıdır.

Kardiyoversion: Kalbi normal ritmine döndürmek için acil durumlarda, doktorlar tarafından göğüs duvarına uygulanan elektirik şokudur.

Kalp içi defibrilatör (ICD): Ani ölümlere sebep olacak ciddi ventriküler aritmiler (ventriküler fibrilasyon öyküsü, sık tekrarlayan ventriküler takikardi atakları) söz konusu olan vakalarda kullanılır. Cihazın gövdesi göğüs kasının içinde oluşturulan yuvaya, elektrotları kalp içine yerleştirilir. Bu cihaz, kalp ritmini izler. Önemli ve tehlikeli aritmileri ayırdeder. Gerektiğinde elektrik şoku vererek ölümcül aritmileri düzeltir. Kalp hızının yavaşlamasına bağlı ölüm riski taşıyan hastalarda ayrıca pacemaker fonksiyonundan da yararlanılmaktadır.

Kalp pili (Pacemaker): Sinus düğümünün düzgün çalışmadığı durumlarda veya kalp içi elektriksel iletim yollarında blok varsa, bu cihaz elektiriksel uyaranlar göndererek kalbin düzgün çalışmasını sağlar.

Elektrofizyolojik araştırma ile aritmiye sebep olan odak bulunabildiği taktirde bu odağın radyo-frekans dalgaları yardımıyla susturulması yöntemi de kullanılmaktadır.

Apse

Apse, iltihabın bir çeşidi olup, özelliği, dokunun eriyip, içini cerahatin doldurmasıdır. Bazen de bir yaralanma, bir damarın bağlanması veya tıkanması sonucu ölü bir tabaka oluşur ve buraya mikroorganizmanın yerleşmesi ile irin dolu bir boşluk meydana gelebilir. Apseler iki türlüdür:

Sıcak apse: Bu apsede ateş yükselir, ağrı ve zonklama olur. Bu tür apse, her zaman bir veya birkaç mikroptan dolayıdır (yani sebep mikroorganizmadır). Sıcak apsenin dört ana belirtisi; sıcaklık, kırmızılık, ağrı ve şişkinliktir (latince, color, rubor, dolor, tumor). Apsenin çevresi sert, ortası ise oynak ve yumuşaktır.

Soğuk apse: Verem hastalığında görülen bir apse türüdür. Öyle ki, el şişlik üzerine konulunca sıcaklık alınamaz ve basmakla ağrı uyandırılamaz. Daha doğrusu sıcak apsedeki kesin iltihap belirtileri yoktur. Fakat şişlik açılırsa, sıcak apsedeki gibi bir apse içeriğinin olduğu görülür. Soğuk apsenin iki özelliği vardır.

1 - İçinde irin yapıcı mikroplar ve irinleşme yoktur. Apse içeriğini harap olmuş doku oluşturur.

2 - Apsenin kaynağı ile görüldüğü yer arasında her zaman doğrudan bir ilişki yoktur. Örneğin bel omurlarının soğuk apsesi (omurga veremi, pott hastalığı) kasıkta bir apse ile kendini belli edebilir.

Sıcak apselerin tedavisi, cerrahi müdahale iledir. Bu tedavi, apse yerinin açılması, irinin boşaltılması ve antibiyotikli merhemle uygulamadır. Ayrıca ağızdan antibiyotik vermek gereklidir.

Apseler tedavi edilmezlerse burada üreyen mikroorganizmalar vücudun diğer bölgelerine yayılabilirler. Apseler, komşu dokulara açılabilir veya komşu damarlara ilerleyerek, bu damarlardan kaynaklanan kanamalara sebep olabilir.

Apseler meydana geldikleri organların çalışmasını bozabilir, vücutta genel bir hastalık halsizlik, iştahsızlık yapabilirler. Soğuk apselerde ise verem ilaçları kullanılır. Bazen (örneğin böbrek vereminde) hastalığın yayılmasını önlemek için cerrahi işlem yapılabilir.

Ankiloz

Bir eklemdeki hareket yeteneğinin hemen hemen kaybolmasına, ya da azalmasına tıp dilinde "ankiloz" adı verilir. Tam ankilozda, eklemlerin yüzeyi birbiriyle kaynaşmıştır. Eklemlerdeki doku bozukluğu, kemiklerin kaynaşması sonucu değil de yalnız bağlayıcı tellerdeki bir hastalık, ya da kas kısalması sonucunu doğurmuşsa, ankiloz tam değildir. Bu tür ankiloz çoğunlukla çok uzun hareketsizlik sonucunda meydana gelir. Tam ankiloz ancak ameliyatla düzelir. Tam olmayan ankilozlar ise, fizyoterapi, özellikle de mekanik tedavi yoluyla iyileştirilir.

Alerji

Alerji, kişilerin, aslında zararlı olmadıkları halde bazı maddelere karşı aşırı reaksiyon göstermesidir. Bizi zararlı organizmalara karşı koruyan bağışıklık sistemimiz, görevleri istilacıları (antijenleri) zararsız hale getirmek olan vücut savunmacılarını (antikorlar) üretir. Normalde vücudumuzu koruyan bağışıklık sistemi, bazı insanlarda zararlı olmayan birtakım maddelere de aşırı yanıt verir. Bu reaksiyonlara aşırı duyarlılık ya da alerji adı verilir. Alerjik reaksiyona yol açan antijene de allerjen adı verilir.

Alerjik reaksiyonlar, tek tip değildir; birçok yolla ortaya çıkarlar, vücudun değişik bölümlerinde meydana gelebilirler ve çeşitli şiddette olabilirler. Bağışıklık sistemimiz, iyi bir belleğe sahiptir. Yaşamımızın başlangıcında, organizmamız yabancı maddelerle karşılaştığında, bağışıklık sistemi onları tanımayı ve belleğine almayı öğrenir. Ardından yabancı maddelere (antijenlere) karşı antikorlar üreterek yanıtını hazırlar.

Organizmada ne zaman aynı antijen görülse, hatırlama özelliği nedeniyle daha önceden hazırlanmış yanıt başlar. Bu nedenle saman nezlesi olan bir kişi her yıl polenlerle karşılaşınca bağışıklık sistemindeki bu özellik sebebiyle hemen reaksiyon gösterir.

Duyarlanma

Duyarlanma, bağışıklık sisteminin antijenle temas etmesi, onu belleğine alması ve ona karşı özel antikorları üretmesidir. Daha sonraki karşılaşmada bağışıklık sistemi, antijeni kolaylıkla tanıyacak ve hemen reaksiyon gösterecektir. Bir allerjene karşı duyarlanma için gerekli olan süre, kişiden kişiye değişir.

Atopi

Atopi, alerjik bir bünyeye sahip olmak demektir. Bu durum kalıtsaldır. Başlıca üç çeşit atopik hastalık vardır:

Atopik dermatit (egzema)

Alerjik rinit

Alerjik astma

Alerjik rinit, çoğunlukla göz alerjisi (konjunktivit) ile birlikte olabilir. Atopik kişiler, genetik olarak İgE tipi antikorlar üretme eğilimindedir. Bu İgE antikorları da çevrede bulunan ve normalde zararsız olan allerjenlerle (polenler, ev tozları vb.) etkileşime girerek, alerjik reaksiyonu başlatır.

Bir çocuk, eğer bir ebeveyni alerjikse %30 alerjik olma riski taşır. Eğer her iki ebeveyni de alerjikse, alerji gelişme riski %60'tır. Bununla birlikte alerjiler ikinci nesilde görülmeyebilir.

Ev Tozları

Ev tozlarının miktarı, evin yerine, bulunduğu yerin iklimine, deniz seviyesinden yüksekliğine göre büyük oranda değişir. Evden eve (bir çiftlik evi ile apartman dairesi aynı değildir) veya bir evin farklı odalarında da değişkenlik gösterebilir (banyo ile yatak odası bir değildir). Fakat değişmeyen birşey vardır ki ev tozları, bir allerjen deposudur.

Ev tozları içinde alerjiye sebep olan etken, mite (akar) dediğimiz ev tozu böceğidir. Akarlar, küçük örümcek benzeri canlılardır ve gözle görülemezler. Ortalama 0.3 mm uzunluğundadırlar. Ev tozları içinde yaşayan ve solunum yolu alerjilerine neden olan iki önemli akar türü vardır. Dermatophagoides Pteronysinnus ve Dermatophagoides Farinea, bunların latince adlarıdır.

Akarlar, insanların deri döküntüleri ile beslenirler. Başlıca yatak içinde (yastıklar, yatak, yorgan vs.) yaşarlar, çünkü deri döküntülerinin en çok bulunduğu yer buralarıdır. Depo gibi yerlerde de yoğun olarak bulunurlar.

Akarların dışkıları da alerjiktir. Yataklardan alınan bir gram tozda 2000 ile 15000 arasında akar bulunabilir. Ev tozu akarlarına karşı olan alerji; astma ve rinit, nadiren de konjonktivite yolaçar. Yakınmalar, özellikle uykudan uyanınca başlar. Belirtiler, yıl boyu sürer ancak sonbahar ve kışın kötüleşme gösterebilir.

Polenler

Polen, bitkilerin erkek tohumudur. Bitki türlerine bağlı olarak çok farklı şekilleri olan ince taneciklerden meydana gelir. Ortalama boyutu 0.05 mm'dir. Bu da çıplak gözle görülemeyeceği anlamına gelir. Polen tanecikleri, birçok alerjik protein içerirler. Bu taneciklerin küçük ve ince olanları, rüzgar yolu ile dağılırlar (anemophilus polenler). Daha büyük olanları ise böceklerle taşınırlar (entemophilus polenler).

Rüzgarla dağılan polenler, daha allerjeniktirler ve geniş alana yayılabilirler. Bu nedenle bu polenlere karşı alerjisi olan kişilerin çevrelerinde bitkiler olmadığı halde şikayetleri ortaya çıkabilir. Böceklerle dağılan polenler, parlak renkli ve güzel kokulu (böcekleri cezbetmek için) çiçekleri olan bitkiler tarafından küçük miktarlarda üretilirler. Dağılım yolu sebebiyle atmosferde bulunmazlar ve küçük miktarda üretildiklerinden, bu polenlere karşı az sayıda insan alerjiktir.

Polen alerjisine yol açan başlıca üç bitki ailesi vardır. Bunlar çayır otları, ağaçlar ve yabani otlardır. Alerji hastaları, havadaki polen konsantrasyonunun belli bir düzeyi geçmesinden sonra alerjik belirtiler gösterirler. Bu polen konsantrasyonu, türlere göre değişmekle beraber havada her metreküpte 10-20 tanecik olarak hesaplanmıştır.

Ağaçlar ocak-mayıs arası, çayır otları mayıs-temmuz arası, yabani otlar ise temmuz-ekim arası polen verirler. Polenlere karşı olan alerji, alerjik rinit, alerjik konjunktivit, alerjik astma ve akut ürtiker şeklinde ortaya çıkabilir. Yakınmalar, sadece yılın belli zamanlarında olur ve diğer aylarda kişi tümü ile sağlıklıdır.

Küf Mantarları

Küf mantarları, gözle görülmeyen alerjik etkisi olan sporlar üretirler. Renkleri türden türe değişir. Ev dışında (çürüyen bitkiler üzerinde veya havada) bulunabilecekleri gibi, ev içinde (evin güneş görmeyen nemli yerlerinde) de bulunabilirler. Polenler gibi atmosferdeki spor sayısı, hava koşullarına bağlıdır. Havanın sıcak ve nemli olduğu zamanlarda, örneğin yazın sonlarına doğru ve sonbaharda en fazladır.

Akdeniz Anemisi

Akdeniz anemisi, alyuvarlarda bulunan hemoglobin molekülünün kalıtsal bir hastalığıdır. Hemoglobin molekülünde, globin zincirlerinden bir ya da birkaçının sentez hızında azalma ya da tüm yokluk söz konusudur.

Türkiye'de en çok görülen, beta zincirlerinin sentez hızındaki azalmaya bağlı olan beta talasemidir. Beta zincirleriyle birleşmesi gereken alfa zincirleri, kararlı tetramer oluşturmadıklarından, kemik iliğinde, alyuvarların henüz olgunlaşmamış erken dönemlerinde, hücre içinde çöker ve kırmızı kürelerin parçalanmasına yolaçarlarlar. Bunun sonucuysa kansızlıktır.

Akdeniz anemisinde, alyuvarlar hemoglobin sentezi azaldığı için içleri boş görülür. Tanıda bu görünüm ilk basamak testi olarak önemlidir.

Bozulan dengeyi düzeltmek için öncelikle kemik iliği, normalin 10-15 katına kadar varabilen sayıda an hücreleri yapımına başlar fakat etkili olamaz. Hemoglobindeki genetik sorun halâ sürdüğü için bu hücreler de erkenden yıkılır.

Karaciğer ve dalak gibi kan yapan diğer organlarda da yeniden kan yapımı başlar. Kemik iliğinin çok çalışması ve genişlemesi sonucu özellikle yüz kemiklerinde değişiklikler olur ve yüzün görünümü bozulur.

Alyuvarların parçalanması ile açığa çıkan demire ek olarak tedavi amacıyla yapılan kan aktarımları sonucu, vücutta demir birikir. Ayrıca yeni eritrositler için demirin emilimi de artmaktadır. Bütün bu sayılan nedenlerle biriken demir, kalp kası, karaciğer, pankreas gibi çok önemli organlara çöker ve bu yeni sorunlar hastalık tablosunu daha da ağırlaştırır.

Belirtiler

Akdeniz anemisi olan çocuk, doğduğunda normaldir. 5-6 aydan sonra kansızlık belirtileri ortaya çıkar. Bu aylardaki çocuklarda kansızlık en çok demir eksikliğinden kaynaklandığı için, ilk akla gelen demir eksikliği anemisidir ve hatalı olarak demir tedavisi yapılır.

Akdeniz anemisi böyle bir tedaviyle düzeltilemeyeceğinden, belirtiler ağırlaşarak sürer. Karın büyür; çünkü dalak ve karaciğer büyümektedir. Çocuğun iştahı yoktur, gelişmesi yavaşlamıştır. Daha sonra iskelet sisteminde de değişiklik olur. Burun kökü çöker, elmacık kemikleri daha belirgin hale gelir. Eğer, henüz bu bulgular ortaya çıkmadan, doğru tanı konur ve erkenden uygun tedaviye başlanırsa, organ büyümesi olmaz, yüz görünümü değişmez ve gelişme de normale yakın olur.

Tedavi

Akdeniz anemisi, kan aktarımına bağımlı bir hastalıktır. Tedavinin esası 3-4 haftada bir yapılan konsantre alyuvar aktarımı ve düzenli demir bağlayıcı ilaçların kullanılmasıdır. Ancak birinci on yıldan sonra ortaya çıkan komplikasyonların önlenmesi ve tedavisi, çeşitli uzmanlık dallarından oluşan ekip çalışmasını zorunlu hale getirmektedir. İdeal bir tedavi için olaya çok yönlü yaklaşım gerekmektedir.

Medikal tedavi: Ekipte, çocuk hematoloğu ve kardiyolog, endokrinolog, ortodentist ve bu konuda deneyimli hemşireler bulunmalıdır.

Biyolojik yaklaşım: Genetik danışma, doğum öncesi tanı.

Psiko-sosyal yaklaşım: Psikolog, sosyal hizmet uzmanı ve sınıf öğretmenleri bu ekipte bulunmalıdır.

Akdeniz anemisi tedavisinde son yıllarda, üç yönde büyük gelişmeler görülmektedir.

Yeni ilaçlar: Akdeniz anemisinde, hücre içinde açıkta kalan ve alyuvarların parçalanmasına yol açan alfa zincirlerinin bağlanacağı başka bir zincir de gamma zincirleridir. Bazı ilaçların gamma zincir yapımını artırdığı gösterilmiştir. Akdeniz anemisinde de gamma zincir yapımını artıran ilaçlar kullanılmaya başlanmış ve oldukça yararlı sonuçlar alınmıştır.

Kemik iliği değiştirilmesi: Eğer hastanın yaşı küçükse, karaciğeri bozulmamışsa ve çok uygun bir verici varsa (ikizi ya da kardeşi) bu tedavi şekli çok başarılı olmaktadır. Ancak bu şansa sahip hasta sayısı çok azdır. Türkiye'de çok az sayıda hastaya bu tedavi şekli uygulanabilmiştir.

Gen Tedavisi: Henüz çalışmalar deneysel düzeydedir.

Ağrılarla Mücadele

Hayatı bize zehir eden ağrılardan, doğru ilaçlar kullanarak kurtulmak mümkün. Ancak, çoğumuz yanlış ilaçlarla sağlığımızı tehlikeye atıyoruz. Doğru ilaç kullanılarak, ağrıların %85'ini kesmek mümkünken, yanlış kullanılan ilaçların başında ağrı kesiciler geliyor. Yapılan hatalarla ağrıdan kurtulmak amaçlanırken, zehirlenmeden böbrek yetmezliğine kadar birçok sağlık sorununa davetiye çıkarılıyor.

Çekilen ağrılar nedeniyle dünyada 700 milyon iş günü verimsiz hale geliyor. Modern tıp imkanları ağrılara çözüm bulurken yapılan araştırmalar ağrı gidermek için uyumayı tercih edenlerin bile olduğunu ortaya koyuyor.

İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serdar Erdine, ağrının kader olmadığına dikkat çekerek "Yeni yöntemler geliştiği için ağrı tedavisinde başarı %50'den %85'e kadar çıktı. Geçmişte ameliyatla hallolan birçok bel ağrısı günümüzde ameliyatsız, dışarıdan uygulanan yöntemlerle tedavi ediliyor" diye konuştu.

Erdine, hastaların, birçok yanlış tedavi yöntemlerine yöneldiğini belirterek, bel ağrılarını dindirmek için beline jilet attıran hastalar dahi olduğunu anlattı.

Ağrıdan şikayet eden hastaya, örneğin bel, boyun ağrıları çekenlere, ağrısız bir dönem sağlamanın tedavide önem kazandığını belirten Erdine, "Hastaya ağrısız dönem sağlayarak yapacağı egzersizlerle, hareketlerle vücudu toparlayacak vakti kazandırmayı amaçlıyoruz. Burada ekip çalışması önem kazanıyor. Ağrı uzmanları hastanın ağrısını kesiyor. Fizik tedavi uzmanlarına gönderiyor, tedavilerine devam ediyorlar" dedi.

Prof. Dr. Serdar Erdine, doktora muayene olmadan gelişigüzel ağrı kesici kullanmanın tehlikeli olduğuna dikkat çekerek, ortaya çıkabilecek sorunları şöyle sıraladı: İlaç bağımlılığı, ilaç zehirlenmeleri, karaciğer ve böbrek yetmezliği, ilaçların yan etkilerinde artış. "Türkiye'de ağrı kesici ilaç en çok, %84.3 oranıyla Kuzey Anadolu'da, en az %71.0 oranıyla Batı Anadolu'da kullanılıyor.

Ağrıyı Yenmenin Kuralları

Gerginlik nedeniyle ağrı çekiyorsa sorunuyla yüzleşmeli.

Ağrıyı beyninden uzaklaştırmalı.

Duygularını serbetçe ifade etmeli. Düşündüklerini anlatmalı.

Yaşama pozitif bakmalı.

Üretken olabileceği alanlara yönelmeli.

Ağrı Çekenlere Müjde

Ağrı tedavisi ile ilgili araştırmalar tüm dünyada ilgiyle izleniyor. Birçok ülkede araştırmalarını sürdüren bilimadamları her geçen gün yeni gelişmeler kaydediyor.

Türk Ağrı Derneği Başkanı Prof. Dr. Serdar Erdine, umut verici çalışmaların, ağrı tedavisindeki başarı oranını arttıracağını söyledi.Yeni tedavi yöntemleri hakkında bilgi veren Prof. Dr. Serdar Erdine, ağrı tedavisine ilişkin umut vaadeden bilimsel çalışmaları şöyle sıraladı:

Şu anda morfinlerin verilmesini sağlayan pompaların boyutu küçülecek. Hap büyüklüğünde pompalar kullanılacak.

Hap büyüklüğünde mikroçiplerle ilaçlar, elektriksel uyaranlar ağrılı bölgeye gönderilecek. Küçük cerrahi girişimlerle yerleştirilecek.

Kişide ağrı eşiğini belirleyen faktörlerden biri de genetik geçiş. Bu alandaki gelişmelerin tedavide yeni ufuklar açması bekleniyor.

Önümüzdeki 10-15 yıl içinde çıkacak morfinlerin ve ilaçların, alışkanlık veya yan etki yapmaması sağlanacak.

İlaç Yetmezse

Kanser, bazı bel ağrıları, boyun ağrıları, sinirlerin iltihaplanması sonucu ortaya çıkan ve damarlardan kaynaklanan ağrıların ilaçla tedavi edilmesi zorlaşıyor. Bu grupta yeralan hastalara farklı yöntemler kullanılıyor. Yeni yöntemlerle kanserli hastaların ağrılarını dindirilmesinde %95'e varan başarılar elde ediliyor.

Uygulanan Yöntemler

Sinirlerin çalışması değiştiriliyor: Ağrılı bölgeye giden sinirlerin çalıştırılması, etki biçimi değiştiriliyor. İlaçla tedavisi zor olan ağrılı hastaların ağrılı bölgeye giden sinirlerine uygulanıyor. Dışardan elektriksel uyaranlar göndererek, sinir dokusu farklı çalıştırılarak ağrı dindiriliyor.

Omurgaya pil takılıyor: Küçük cerrahi müdahalelerle, omuriliğe omurilik pilleri takılıyor. Pil, ağrı sinirlerinin çalışmasını engelleyerek ağrının ortaya çıkmasını önlüyor.

Pompa kullanılıyor: Özellikle kanser ağrılarının dindirilmesinde pompayla morfin verilmesi önemli bir gelişme. Morfin ağız ve diğer yolların dışında deri altına yerleştirilen pompa ile veriliyor. Bu pompayı hasta kendi de kullanabiliyor. Bu yöntemle ağızdan verilen morfin miktarının onda biri kadarını kullanarak ağrı dindirmede aynı başarı sağlanmış oluyor. Ağızdan morfin verildiğinde ortaya çıkan baş dönmesi, uyku hali gibi şikayetler ortadan kalkıyor. Hastalar pompayı nasıl kullanacağı konusunda eğitiliyor. Aletler hastanın morfini gereğinden fazla vermesini engelleyecek şekilde yapılıyor.

Ağrı sinirleri yakılıyor: Son yıllarda kanser ağrısında, bel ve boyun fıtıklarında, ağrı sinirlerini yakma yöntemi kullanılıyor. Radyofrekans denilen mikrodalgaya benzeyen akımlar gönderip, ağrılı bölgenin sinirlerini tahrip ederek ağrı dindiriliyor.

Psikiyatrist Gözüyle Ağrı

Ağrı ile duygusal yaşam arasında ilişki olduğuna dikkat çeken İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, "Ağrısı olan bir çocuğa annesinin ilgi göstermesi, ağrıyan yerini okşaması, çocuğun ağrı şiddetini azaltabiliyor" dedi.

Özkan, ağrıyla psikolojik durum arasındaki ilişkiyi şu sözlerle özetledi: "Birinci grupta, fiziksel hastalığın yanısıra psikolojik sorunların da olduğu görülür. Hasta depresyon geçiriyorsa ağrının şiddeti artacaktır. Depresyonun da tedavi edilmesi gerekir. İkinci grupta, psikomatik ağrılar yeralıyor. Yaşamı zorlayıcı olaylar, gerginlik nedeniyle baş, mide-bağırsak sistemi ağrıları ortaya çıkabiliyor. Üçüncü grupta tamamen psikolojik ağrılar görülüyor. Beden gerginliğini ağrı ile ifade ediyor."

Ağız Kokusu

Ülkemizde, KBB uzmanlarına başvuran hastalann %15'inde nefes kokması sorunu mevcut. 'Nefes kokması', çocukluktan başlayan bir rahatsızlık değil; daha çok erişkin dönemde ortaya çıkıyor. Bu soruna neden olan faktörler şöyle sıralanabilir.

Sinüzit denilen, yüz kemiklerinin içindeki boşluklarda bulunan iltihap, sarı-yeşil ve kalın kıvamda bir akıntının genze akmasına yolaçar. Tabii ki bu geniz akıntısı iltihaplı olduğu içın de hastanın nefesine hoş olmayan bir koku verir.

Öncelikle medikal yolla tedavi edilir. Yani ilaçlar yoluyla bu iltihap giderilmeye çalışılır. Ilerlemiş sinüzit vakalarında ise, akıntı, ilaçla tedavi olmayacagından "endoskopik sinüs cerrahisi" ne başvurulur.

Agız bölgesindeki bademcik iltihaplan 'magma'denilen katı kıvamlı bademcik döküntüsüne yolaçar ki bu da, hastalarda ağız kokusu şeklinde kendini gösterir. Bademciklerin alınmasıyla tedavi edilebilir.

Diş ve dişeti hastalıkları da nefes kokmasına yolaçabiliyor.

Mide ve bağırsak sistemini ilgilendiren hastalıklarda ağız kokusu sorunu olabilir.

Yetişkin hastalarda gözlemlenen ve daha ciddi boyutlu durumlar da söz konusu. Yani ağız, boğaz ve alt solunum yollan bölgelerinde, tümöre bağlı bir nefes kokması probleminin baş göstermesi de mümkün. 'Ülserasyon'tabir edilen krater tarzında tümörün çok süratli büyümesine ayak uyduramayıp, ölen dokuların yarattığı bir koku türü.

Kırışıklık, Leke, Şekil Bozukluğu ve Sivilce İzleri

Ciltte yaşlanmaya, sivilcelere, yaralanmalara ve güneş ışınlarının olumsuz etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan kırışıklık, leke, şekil bozukluğu gibi estetik kusurların düzeltilmesi için kullanılan soft yöntemler büyük ilgi görüyor. Acı çekmeden, normal yaşamı etkilemeden uygulanır olması soft yöntemlere üstünlük sağlıyor. Kişinin estetik sorununun niteliğine ve beklentilerine göre muayeneden sonra hangi yöntemin kullanılacağına karar veriliyor.

Dolgu maddeleri enjeksiyonu

Dolgu maddelerin cilt içine enjekte edilmesiyle, kırışıklık bölgesinde hacim yaratılarak kırışıklık çizgileri düzeltiliyor. Dolgu maddeleri, yüzdeki yaşlılık çizgileri, yaralanmalarla oluşan çizgiler, yüzdeki şekil bozuklukları, kişinin derin sivilce izleri gibi sorunlarda tercih ediliyor. Ayrıca kişinin dudak kalınlaştırma, dudak şekillendirme gibi estetik değişiklik taleplerinde de bu yöntemler rahatlıkla uygulanabiliyor.

Dolgu yapılmasında kullanılan birçok madde bulunmaktadır. Bunlar sıvı parafin, sıvı silikon (ülkemizde kullanımı yasal değil) kolajen, hyalüronik asit, otolog yağ, otolog kolajen gibi maddelerdir. Kliniğimizde uygulanan dolgu maddesi, stabilize edilmiş hyalüronik asittir. Tamamen organizmaya uyumlu ve organizma tarafından eritilebilen doğal bir maddedir. Fonksiyonu, vücudun kendi hyalüronik asidinin tüketildiği yere hacim eklemektir.

Kalıcılığı ne kadar?

Dolgu maddeleri enjeksiyonun kalıcılık süresi 5 -12 ay arasında değişiyor. Metabolizmanın, hyalüronik asidi su ve karbonhidrata dönüştürmektedir. Büyüme faktörleri ve hormonlar, glikoz ve oksijen gibi önemli besleyici ajanların serbest geçişine olanak verir. Hyalüronik asit jelinin parçaları arasında hücreler dolaşabilir ve sağlıklı bir cilt ortaya çıkar. Test ihtiyacı olmadığından kişi hemen uygulamaya alınabilir, anında tatmin sağlar. Enjeksiyonun hemen sonrasında kişi normal yaşantısını sürdürebilir. Her yaşta uygulanabilir. İstenildiği sıklıkta tekrar edilebilir. Alerji riski yoktur.

BT-A (Botilinum Toksin - A) enjeksiyonu

BT-A, 1980 yılından bu yana tıbbın çeşitli alanlarında başarıyla kullanılıyor. Bazı kişilerin alışkanlık olarak kaşlarını çatmasıyla zamanla o bölgedeki çizgiler belirginleşmekte, bu da hoş olmayan bir yüz ifadesine neden olmaktadır. BT-A enjeksiyonu en sık, alın, iki kaşın arası, göz çevresi, çene ve dudak çevresindeki çizgilere uygulanmaktadır. Bu bölgelerin sinir ileti bozukluğuna ait anormalliklerinde özellikle tercih edilir. BT-A enjeksiyonunun etkisinin kalıcılığı kişiden kişiye değişiklik gösterir. Ortalama 4 -12 ay kalıcı etki elde edilir. Hiçbir sistemik yan etki gözlenmemiştir. Uygulamanın isteğe bağlı tekrarı mümkündür. BT-A enjeksiyonu uzman doktorlar tarafından yapılmadığında, kaş ve göz kapağı düşmesi, göz altı şişmesi gibi geçici yan etkiler görülebilir. BT-A uygulaması öncesi, hekimin, hastanın yüzündeki patalojiyi iyi belirlemesi, uygulayacağı dozu ve yöntemi belirlemesi gerekir.

BT-A enjeksiyonunun diğer kullanım alanları

BT-A enjeksiyonunun diğer kullanım alanları olarak, koltuk altı, el ve ayak gibi bölgelerdeki aşırı terlemeyi azaltmak amacıyla da uygulanabildiğini belirtiliyor. BT-A’nın ter bezlerinin yakınına enjekte edilmesi ile o bölgede, kişiden kişiye değişiklik gösteren biçimde 4 - 12 ay süreyle terlemenin azaltılması sağlanabiliyor.

BT-A enjeksiyonu yapılabilmesi için, kişide, başka hiçbir kas hastalığının bulunmaması ve en az 1 ay öncesinden o kişinin yüzüne, başka herhangi bir uygulama yapılmamış olması gerekiyor.

BT-A enjeksiyonuna bağlı olarak henüz bildirilmiş ciddi ya da kalıcı bir yan etki bulunmaması, bu uygulamanın önemli bir özelliği olarak kabul ediliyor.

Kimyasal peeling nedir?

Cildin zarar görmüş tabakasının değişik kimyasal maddelerin farklı konsantrasyonlarda kullanılarak kaldırılması işlemine peeling adı veriliyor. Kimyasal peeling TCA, rezorsin, laktik asit, sitrik asit, glikolik asit gibi birçok maddeyle yapılabiliyor. Bu yöntemlerden hangisinin hastaya uygulanacağına hekim karar veriyor. Kimyasal peeling, güneş hasarı sonucu oluşmuş ince çizgilerin hafifletilmesi ve kalın çizgilerin inceltilmesi, sivilce tedavisi, sivilce izlerinin hafifletilmesi, cildin yumuşaklığını artırarak, kuru kaba yapısının giderilmesi, parlaklığının artırılması ve ayrıca çeşitli dermatolojik bozukluklarda uzman hekimler tarafından uygulanan bir yöntemdir. Peeling öncesinde hasta-doktor beklentilerini, hastanın ulaşmak istediği iyilik, elde edilebilecek iyileşmenin seviyesi, hastanın tıbbi geçmişi, hastanın daha önce kullandığı ürünler ya da görebileceği tedavileri içeren karşılıklı tartışma, tedavinin başarısı için gereklidir. Hastanın yaşı, cilt tipi, cinsi, vücudunda düzeltme ihtiyacı gördüğü bölgelere göre kimyasal maddenin konsantrasyonu, süresi ve seans sayısı ayarlanır. Ortalama 8-10 seanstır.

Hangi durumlarda uygulanmaz?

Kimyasal peelingin uygulanamayacağı durumlar da bulunuyor. Bu nedenle hekimin, hastanın vücudunda, peeling yapılacak bölgeyi dikkatlice muayene edip karar vermesi büyük önem taşıyor. Aktif herpes enfeksiyonu (uçuk) bulunan, yeni operasyon geçirmiş, radyoterapi gören, cildinde yara izi oluşma ihtimali olan, siğil bulunan kişilerde kullanımı uygun değil. Ayrıca son bir ayda krioterapi (soğuk tedavisi) uygulanması ve bazı ilaçların kullanımı da kimyasal peeling uygulamasının yapılmaması gereken durumlar arasında yer alıyor. Kimyasal peeling uygulandıktan sonra o bölge güneşe maruz bırakılmamalı, ayrıca tahriş yapabilecek her türlü etkiden korunmalıdır.

Krioterapi -Soğuk tedavisi

Krioterapide, kaynama derecesi çok düşük bazı gazlar uygulanarak vücudun bir bölgesi istenilen soğutulma derecesine getiriliyor. Bu sayede güneş etkisiyle oluşan kahverengi yaşlılık lekeleri, et benleri, siğiller, virüs enfeksiyonlarının izleri başarıyla gideriliyor.

Krioterapiyle cildin yüzeyindeki istenmeyen oluşumların kaybolması sağlanıyor. Uygulanan endikasyonlarda başarı oranı çok yüksektir. Uygulama süresi çok kısadır. Herhangi bir lokal anestezi ya da cerrahi girişim gerektirmez. Kullanılan gaz, cildin yüzeyine sprey ya da dokundurma sistemiyle saniyelerle ifade edilebilecek kadar kısa süre uygulanır. Lezyonun özelliğine göre bir ya da birkaç seans yeterlidir. Uygulama sonrasında bir sızı olabilir. Krioterapi uygulandıktan sonra uygulama bölgesinde bir kızarıklık oluşur. İyileşme süreci vücudun onarım süreci kadardır. Kişide soğuğa karşı aşırı duyarlılık ya daönemli bir sistemik hastalığın bulunması durumunda krioterapi uygulanmıyor.

AKNE ve SİVİLCELER

Güneşin kurutucu etkisi ve iyotlu deniz suyu yazın akneyi aklımızdan çıkarır. Ama sonbahar ve kış, aknenin çoğaldığı dönemlerdir. Pek çok şey aknenin türüne bağlı olsa da, ultraviyole ışınlarının etkisi cildi kurutup, yağ üretimini düzenliyor. Bu yüzden sonbahar ve kış aylarında da solaryuma girerek aynı etkiyi yaratabiliriz. Gençlerde görülen akne, ergenliğin ilk dönemlerinde, vücutta gelişim ve değişimler başladığı sırada ortaya çıkıyor. Bu durum, bir dizi hormonal dengesizliğe bağlı. Doğal olarak bu gibi hormon dengesizlikleri yetişkinlerde de görülebiliyor. Örneğin, adet döneminde ortaya çıkan sivilceler bu tür bir dengesizlik sonucudur. Diğer bazı durumlarda ise, akne oluşumu, kortizon ya da B12 vitamini içeren ilaçlar, ya da dışarıdan uygulanan vazelin preparatları ve bitkisel yağların uzun süreli kullanımına bağlı.

TEMİZLİK NASIL OLMALI? Cilt temizliği, sabahları derinin salgılarını harekete geçirmek; akşamları ise, gözeneklerde birikmiş kir zerreciklerinden kurtulmak için mutlaka yapılmalı. Cildinizin haftada 2-3 kez, tüm yağ kalıntılarını alacak bir maskeye de ihtiyacı vardır. Aynı zamanda cildi derinlemesine nemlendiren bir maske seçmeye özen gösterin.

10 DAKİKALIK BİR BUHAR BANYOSU Haftada 1 kez, buhar banyosu hazırlayın: Gözeneklerin genişlemesini sağlayacağından, siyah noktalardan kurtulmanız kolaylaşacaktır. Başınızın üzerine bir havlu örterek, yarıya kadar kaynar su doldurduğunuz bir tencerenin üzerine eğilin. 10 dakika sonra, yüzünüzü kurulayın ve siyah noktaları sıkın. Bu işlemi yaparken, ellerinizin temiz olmasına dikkat edin. Parmak uçlarınıza sargı bezi sarıp noktaları sıkabilirsiniz. Ama sıkmakta zorlanırsanız fazla üstelemeyin. Cildiniz tamamen kuruduğunda tekrar buhara tutun. İşlem sona erdiğinde yüzünüzü bir tonikle dezenfekte edin.

HERKES İÇİN GEÇERLİ ÖNERİLER Gençler arasında özellikle yaygın olan bu problemin çözümünde, cilt tipleri farklı olduğundan, kızların ve erkeklerin uygulaması gereken kürler de farklı. Ancak yine de, her iki cinsin de uyması gereken bazı kurallar var.

1. Doğru ve hijyenik temizlik: Cildi fazla hırpalamadan düzenli olarak yıkayın. Cildi fazla kurutmamak için pH değeri derinin doğal pH'ına yakın (5.5 civarında) bir temizleyici kullanılmalı. Daha da derinlemesine bir temizlik isteniyorsa, her 3-4 günde bir, gözeneklerde biriken yağ ve tozu alan kil maskesi uygulanabilir.

2. Beslenmeye dikkat: Çikolata ve şarküteri ürünleri sivilce yapar görüşü, çok yaygın fakat çürütülmüş bir iddia. Son araştırmalar, beslenmenin akne üzerinde doğrudan etkisi olmadığını gösterse de, üzerinde durulması gereken önemli bir nokta var: Meyve ve sebze açısından zengin, sağlıklı beslenme cildin en önemli dostu.

3. İyi dinlenin: En iyi güzellik kürü uyku. Stresten uzak bir ortamda dinlenebilmek çok önemli. Özellikle gecede en az 7-8 saat uyumak şart. Uykunun hormonal aktiviteyi düzenlediği herkesçe biliniyor.

4. Ellerinizi yüzünüzden çekin: Cilde zarar vermeksizin yok edilebilecek siyah noktalardan farklı olarak, kançıbanları asla sıkılmamalı. Aksi halde, iltihaplı enfeksiyon, ardında bir yara ve iz bırakarak yayılabilir.

5. Uzmana görünün: Kış gelip de akneler belirmeden önce mutlaka dermatologunuzla görüşün. Çünkü, yaz aylarında kuruyup hassaslaşan cildiniz, tatil öncesinde uyguladığınız akne tedavisini tekrarlamanızdan zarar görebilir.

6. Bitki çayları da işe yarıyor: Her gün organizmayı temizleme özelliği taşıyan bir bitki çayı içmek cildinize faydalı olacaktır. Özellikle ıhlamur ve rezene içeren çayların çok yararını görürsünüz.

KIZLAR İÇİN BAKIM

Pudra ve allıktan uzak durun: Cildi çabuk sivilcelenenler makyaj yapmaktan vazgeçmeli. Tabii biraz rimel ve bir parça ruja değil sözümüz. Herşeyden önce, hijyenik nedenlerle allık ve pudra kullanmaktan vazgeçmeli: Zaten aşırı salgılanan yağ ile dolmuş gözenekler, makyaj malzemeleri kullanılınca iyice tıkanıyor. Bunun yanında, estetik bir neden de var: Makyaj, kusurları gizlemek yerine çoğu kez daha da belirginleştiriyor.

Az yağlı bir fondöten seçin. Makyajsız yapamayanlar hafif bir fondöten kullanabilir. Ancak, yağlı ciltler için özel olarak geliştirilmiş, siyah nokta oluşumuna neden olmayan (gözeneklerde birikecek madde içermeyen) bir malzeme seçilmeli.

Akne ve aşırı kıllanma: Akne yanında aşırı kıllanmadan da şikayet eden genç kızlar, antiandrojen hormonlar içeren doğum kontrol haplarından faydalanabilir. Ancak bu hapların 16 yaşın altındakilerce alınması sakıncalı olacaktır.

ERKEKLER İÇİN BAKIM

Hijyene daha fazla özen: Ergenlik çağındaki erkekler, katıldıkları sportif faaliyetlerin yoğunluğu yüzünden, yaşıtları olan kızlardan daha fazla terlerler. Bu bakımdan, hijyene özel bir önem vermeleri şarttır. Terlemenin ardından yüzün mutlaka yıkanması ve akneye karşı dezenfektan uygulanması gerekli.

Erkeklere özel kozmetikler: Bazı ilaç firmaları, akne tedavisi ilaçlarında, kızlar ve erkekler için ayrı formüller uyguluyor. Genç kızlara uygun olan ilaçlar daha hafif. Erkeklerin kendileri için hazırlanmış formülleri kullanmaları daha iyi sonuç veriyor.

Sık sık tıraş olun: Sakal uzamaya başladığında, kıllar, akne iltihabının artmasına neden olabiliyor. Bu yüzden sık sık tıraş olmak gerekli.

Tıraş sonrası bakım: Kullandığınız after shave parfüm içermemeli. Akneli cilt, after shavelerin içerdiği alkole karşı oldukça duyarlı. Akne kremlerinde az miktarda bulunan alkol, cildin pul pul dökülmesine ve kurumaya neden olabilir. En iyisi alkolsüz tonikleri tercih etmek.

Akne artık sorun değil

Aknelerin ilginç bir öyküsü var. Genellikle ergenlik çağındaki erkek ve kızların yüzleri sivilcelerle doluyor. Özellikle de delikanlı adayları tam karşı cinse ilgi duymaya başladıkları dönemde yüzlerinde beliren sivilceler yüzünden sıkıntı çekiyorlar. Ergenlik çağı sivilcelerine o dönemde vücuttaki hormon dengelerinin değişmesi neden oluyor. Akneler, yetişkinlerin de de en büyük sorunlarından biri. Yüzde, boyunda, omuzlarda ve sırtta çıkan sivilcelerden kurtulmak elbette mümkün.

Aknelerin oluşmasında yağlı cilt ve bakteriler etkili. Bu nedenle, aknelerden yakınan bir kişinin öncelikle hayvansal yağlardan uzak durması gerek. Bu arada bağışıklık sistemini güçlendiren yiyeceklere ağırlık vermeli. Yağ ve şeker miktarı fazla olan hazır yiyecekler, akneleri çok iyi besler. Derinin doğal koruyucu yağı olarak bilinen sebumun üretimini azaltır. Çikolata, dondurma, sosis ve dondurulmuş hazır et yemekleri aknelerden yakınan kişiler için zararlı. Buna karşılık bol bol yeşil sebze ve narenciye türü meyveler yenmeli. E vitamini alabilmek için de sıvı yağlar kullanılmalı.

Hormon dengesi

Aknelerin hormon dengesizliğinin bir sonucu olduğunu belirtmiştik. Vücuttaki hormon dengesini düzene sokmak için her gün lahana yenmeli. Bu sebze ayrıca bakterileri öldüren sülfür içerdiği için de aknelere karşı güçlü bir savunma silahı sayılıyor. Mango, kiwi ve ananas gibi tropikal bölge meyveleri de çok yararlı. Tuz katılmamış sebze suları, çiğ meyve ve sebzeler ve salatalarla beslenilmeli. Akne ciddi bir sorun olursa mutlaka bir deri uzmanına baş vurulmalı. Ancak gerekli önlemler alınırsa, aknelerden doktor tedavisine gerek kalmadan kurtulmak mümkün.

Tedavi mümkün

Cilt uzmanları, aknelerin her zaman tedavi edilebileceği kanısındalar. Aknelere karşı kullanılan antibiyotikler yararlı oluyor. Ancak rasgele bir antibiyotik kullanmak yanlış. Cilt uzmanının önereceği antibiyotikler etkili olur. Ayrıca cilt uzmanları, hormon ve A vitamini alınmasını önerebilirler. Yiyeceklerin aknelerin kesin nedeni oldukları iddia edilemez. Ama çikolata yedikten sonra yüzde sivilceler çıkarsa, yiyeceklerin de akne nedenleri arasında sayılması gerektiği söylenebilir.

Sizi aynalara küstüren o minik sivilcelere savaş açın. Pahalı kozmetik ürünleriyle değil basit önlemlerle bu sorundan kurtulun. Doğru önlemleri alırsanız, o sivilcelerden eser kalmayacak.

Savaşa başlayın

Aknelere karşı savaş açıldığı zaman şunlara dikkat edilmeli:

Her gün 500 mcg A vitamini alınmalı. Kızlarda Adet öncesinde ortaya çıkan aknelere karşı da adet kanamaları başlamadan 10 gün önce, her gün düzenli olarak 50 mg B6 vitamini alınması doğru olur. Bu arada cildi çay ağacı yağıyla temizlemeli ayrıca bir kase yoğurda bir çay kaşığı deniz tuzu ilave ederek bu karışım cilde sürülmeli. Banyodan ya da duştan sonra vücut sırt fırçası ya da keseyle temizlenmeli. Güneşin zararlarından söz ediliyor ama aknelere karşı güneş banyosunun son derece yararlı olduğunu belirtelim. Güneşteki mor ötesi ışınların akneleri yok ettiği biliniyor.

KİMYASAL PEELİNG

Kendinize olan güveniniz, cildinizi nasıl gördüğünüz yada
nasıl hissettiğiniz ile yakından ilgilidir. Sivilce izleri, güneşe bağlı cilt bozuklukları ve yaşlanma cildinizin görüntüsünü etkileyen en önemli faktörlerdendir. Ciltteki bu tür izleri yok etmek çeşitli soyucu yani peeling ajanlarıyla sağlanmaktadır. Peeling yönteminin ana prensibi; hasarlı cilt tabakasının üstündeki hasarlı tabakayı kaldırmak ve hasar görmemiş tabakayı canlandırmaktır. Sonuç ise daha sağlıklı, canlı, düzgün ve gergin bir cilt elde etmektir.

Geçmişte peeling maddesi olarak fenol veya trikloroasetik asit (TCA) kullanılmaktaydı. Bu tip kimyasal peelingler, genellikle derin peeling yapılmasını gerektiren durumlarda etkilidirler ve ayrıca hücreler için zehirli etkileri de vardır. Fenol ve TCA, gereksiz cilt koyulaşması veya açılması (Hiperpigmentasyon veya hıpopigmentasyon) ve muhtemel cilt çukurlanmalarına yol açabilirler. Bu tedaviyi alan hastaların cildinin iyileşmesi uzun süreye ihtiyaç duyabilir. Bugün hala daha derin peeling gerektiren aktinik keratozlar yada akne vulgaris skarları olan kişilerde kullanılabilmektedir fakat kullanımları azalmıştır.

Günümüzde özellikle yüzeyel peeling gerektiren durumlarda Alfa hidroksiasitler(AHA) kullanılmaktadır. Dr.Eugene Van Scott ve Dr.Ruey Yu 20 yıldan uzun bir zamandır Alfa Hidroksiasitlerin kullanımı ve gelişimi ile ilgilenmiş ve birçok bilimsel çalışma yayınlamışlardır. AHA, çeşitli meyve ve yiyeceklerde doğal olarak bulunur ve meyve asitleri olarak bilinir. Bu grup birçok meyve asiti ihtiva eder ve bugün en yaygın kullanılanı şeker kamışı suyunda doğal olarak bulunan glikolik asittir.

Glikolik asit yöntemi ile derinin epidermis tabakası parsiyel olarak kaldırılarak hücrelerin kendilerini yenilemeleri ve cildin canlanması sağlanmaktadır. Bu yöntem derin peeling yöntemlerine nazaran daha kontrollü olarak cildi yeniler. Glikolik asit günümüzde kullanılan en en yaygın yüzeyel peeling ajanıdır.

Glikolik Asit uygulamasında, doktorun tavsiye edceği bir ürünle cilt en az 2 hafta peelinge hazırlanır. Bu hazırlık döneminden sonra peelinge başlanır. Ortalama peeling seans sayısı 6-7 dir fakat yapılma amacına ve hastaya bağlı olarak bu sayı değişebilir.Seans sonralarında doktorun tavsiye edeceği jel, krem yada losyonların kullanılması cildin yenilenme işlemini peeling seansları arasında da devam ettirecektir.

Yüzeyel peeling işlemi ile güneş hasarı sonucu oluşmuş ince çizglerin, pigmentasyon düzensizliklerinin hafifletilmesi, sivilce izlerinin hafif yada orta düzeye indirilmesi sağlanabilmektedir. Cilt daha yumuşak ve parlak olabilmektedir.

Peeling tedavisinden önce doktorun hastadan iyi bir öykü alması, hastanın yaşına ve cilt yapısına göre uygun peeling zamanını ve peeling tipini belirlemesi gerekmektedir. Aktif uçuk öyküsü, ciltte yara yada minik yarıklar, son dönemlerde cerrahi girişim(yara iyileşmesi), daha önceden aynı bölgeye peeling veya dermabrazyon uygulanmış olması, yakın zamanda radyasyon tedavisi, 6 ay içinde Roaccutane isimli ilacın kullanılması, bir ay içinde geçirilmiş krioterapi, aşırı güneş yanığı, aşırı nedbe dokusu oluşumu öyküsü bulunan hastalarda peeling uygulanmamalıdır. Eğer hastada allerji, egzema, seboreik dermatit, bağışıklık sistemini etkileyen hastalıklar, virütik hastalıklar(Uçuk dahil) ve güneş hassasiyeti varsa önce bu hastalıkların tedavisi gerekmektedir.

Peeling yöntemi bu konuda ihtiss yapmış hekimler tarafından uygulanabilecek güvenli bir yöntemdir. Uygun hasta seçimi yapıldığında peeling ile iyi sonuçlar elde edilmektedir.

http://sufizmveinsan.com/

Uzm.Dr. Hülya GÜÇLÜER
hgucluer@hotmail.com
İstanbul - 09.11.2000

Aşırı sıcaklara dikkat !

Amerikan Hastanesi Kalp-Damar ve İç Hastalıkları uzmanı Dr.
Sinan Özbayrakçı, sıcaklığın ve nem oranının artması ile güneş ışınlarının direkt gelmesinin, özellikle kalp-damar, astım ve tansiyon hastası olanlar için büyük tehlike oluşturduğunu söyledi.

Güneş ışınlarının özellikle cilt yanıklarına, ciltte kurumaya ve cilt kanserine neden olduğunu kaydeden Dr. Özbayrakçı, hava sıcaklığının artmasının da vücutta su kaybına, tansiyonun yükselmesine neden olduğunu belirtti. Dr. Özbayrakçı, bunlara bağlı olarak da kalp-damar hastalıkları ile felç ve enfarktüs geçirenlerin veya bu hastalıkları geçirme riski olanların çok dikkatli davranmaları gerektiğini vurguladı.

Nem oranının artmasıyla da astım, bronşit gibi akciğer hastalıkları ile yine kalp-damar hastalıkları olanların büyük risk altında olduklarını ifade eden Uzman Dr. Özbayrakçı, şöyle devam etti:

‘‘Sıcaklık ve nem oranının artması ve güneş ışınlarının direkt gelmesi, özellikle kalp-damar, astım ve tansiyon hastası olanlar için büyük tehlike oluşturmaktadır. Çocuklarda ise ishale neden oluyor. Su kaybına neden olan bu durumda çocuklar, süratle hastane şartlarında kontrol altına alınmalıdır.’’

Öğle saatlerine dikkat

Dr. Özbayrakçı, kalp-damar, astım ve tansiyon hastası olanların sürekli kendilerini izlemeleri ve anormal bir durum halinde doktorlarıyla bağlantı kurmaları gerektiğini belirterek, ‘‘Hava sıcaklığının arttığı dönemlerde, mümkün olduğunca serin yerler tercih edilmeli, yeterli miktarda sıvı alınmalı ve beslenme düzeyi de hafif tutulmalıdır. Direkt güneş ışınlarından mümkün olduğunca uzak kalınmalı, güneşin dik olduğu 11.00-15.00 saatleri arası güneşte kalınmamalı ve denize girilmemelidir’’ dedi.

Güzellik uzmanları, yaz aylarında cilt bakımının ayrı bir özen istediğini hatırlatıyorlar.

Cildinizin genç kalması için güneşe çıkarken şapka giymelisiniz. Yüzdeki çizgilerin kırışıkların çoğu, güneş ışınlarının marifetidir. Yüzünüzü güneşten iyi korursanız, kırışık ve çizgi sorununuz olmaz. Bu arada hasır şapka kullanmanızı tavsiye etmiyoruz. Güneş ışınları hasırların deliklerinden yüzünüze yansır. Yaz için kumaş şapkalar tercih edilmeli.

Yaz aylarında, cildinizin kurumasına da izin vermeyin. Bol bol su içmenin yanı sıra cildinize uygun nemlendirici uygulamadan sokağa çıkmayın. Cildi parlak gösteren ve etkisi hemen belli olan nemlendiriciler sizi dertten kurtarır.

Yaz sıcaklarında cildinizde küçük siyah noktaların çoğalması da bir tesadüf değil. Sıcak hava cildi etkiler. Gözenekler yağ hücreleriyle kapanır. Daha sonra da siyah noktalar ortaya çıkar. Cilt altındaki ölü hücrelerin temizlenmesine büyük özen gösterilmeli.

Güneş banyosu cilt kanserini önlüyormuş

Amerikalı bilimadamlarının son araştırmalarına göre, güneş ışınları bazı bünyelerde cilt kanserine yol açan hücrelerin kendi kendilerini yok etmelerini sağlıyor. Sağlıkla ilgili başka bir gelişmede ise ağır kalp hastaları doğrudan kalbe yapılan bir iğneyle tedavi ediyor.

Güneş banyosunun cilde zararı kadar yararı da olduğu belirlendi. Houston'daki Texas Üniversitesi'nde yapılan son araştırmalarda güneş ışınlarının cilt kanserine yol açtığı gibi bazı bünyelerde söz konusu kanser hücrelerinin kendi kendini yok etmesini sağlayan mekanizmayı harekete geçirdiği anlaşıldı.

Science dergisinin haberine göre, söz konusu mekanizmayı FasL adlı bir protein ateşliyor. Araştırmacı Laurie Owen-Schaub fareler üzerinde yapılan deneylerde aşırı miktarda güneş ışınlarının etkisine maruz bırakılan ve Fasl proteinine sahip olmayan hayvanların yüzde 70'inde cilt kanseri oluştuğunu bildirdi. Bu hayvanlarda, kanseri baskı altına alan p53 geni çalışmadı. FasL proteinine sahip farelerden yalnızca yüzde 5'inde cilt kanseri ortaya çıktı.

Owen-Schaub, söz konusu proteinin cilt kanserindeki rolünün keşfiyle hastalığa karşı daha etkin koruyucu önlemler alınabileceğini ve kimlerin cilt kanserine yakalanma riskinin yüksek olduğunu saptayabileceklerini söyledi. FasL proteini bulunan farelerde p53 geni bir komut vererek kanserli hücrelerin kendi kendilerini yok etmelerini sağlıyor. Cilt kanserinin ortaya çıkma ve yayılma mekanizmasının iyice öğrenilmesinin ardından öteki kanser türleri hakkındaki sırların da çözülmesi umut ediliyor.

Güneşi uzaktan sevin

Ozon tabakasına verdiğimiz zararı fitil fitil cildimizden getiren güneşle aramız, tıpkı vampirlerinki gibi bozuldu! Hani filmlerde görürüz, güneş gören vampir, nasıl da cayır cayır kavrulup yaşlanır. Vampir öyküleri elbette abartılı. Ama unutmayın aslında güneşin bize yaptığı bundan farklı değil. Biraz yavaş bir süreçle gerçekleşiyor o kadar.

Kötü haber: İnsan cildi 20'li yaşlardan itibaren yaşlanmaya başlıyor. Peki bu erken denilebilecek yaşlanmanın nedeni ne dersiniz. En başta güneş tabii ki. Güneşin artık eskisi gibi atmosferde süzülemeyen ultraviyole ışınları, ciltte iki şeye yol açıyor: Birincisi kanser riski, ikincisi ise yaşlanma.

ZARARLI IŞINLAR

Güneşe karşı korunmasız kalan ciltte moleküler düzeyde, hücrelerin normal işleyişini bozan bir dizi olay meydana geliyor. Güneşin zararlı ışınları cilde eriştiğinde serbest radikal denen moleküller hücre beynini etkiliyor. Bunlar kararsız oksijen moleküllerinden başka bir şey değil. Zarar 'oksidasyon' denen olayla oluyor. Oksidasyon da ne. diye düşünüyorsanız eğer, günlük dilde ‘‘paslanma‘‘dan başka bir şey değil. Bu saldırgan moleküller hücrenin işleyişini bozuyor, yenilenmesini bozuyor, hücreye ve dokuya zarar veriyor. Sonuçta cilde esnekliğini veren destek doku bozuluyor ve cilt kırışmaya başlıyor. Destek dokuda kollajen lifler bozuluyor. Sözgelimi liflerin bütünlüğünü sağlayan bir molekül işlevini sürdüremeyince lifler zarar görüyor. Cildin nemlenme, yenilenme süreci aksıyor, lekelenmeler başlıyor cilt yüzeyinde. Peki sonuç? Ne kadar genç olursanız olun, 'solar yaşlanma', yani genç yaşta güneşe bağlı erken cilt yaşlanması görünür hale geliyor. Bilim adamları bu konuda çok ısrarlı.‘‘Güneş altında sağlıklı bronzlaşma diye bir şey yoktur‘‘ diyorlar.

Peki, ne yapmalı?

Türkiye güneşin yüzünü cömertçe gösterdiği bir ülke. Ve hepimiz, yaz geldiğinde bilim adamlarının ne dediğini unutup, çılgınca bir bronzlaşma sevdasına tutuluyoruz. Tatile çıktığımızda daha ilk günde zaman limitini aşıp, akşama aynalarda 'ne kadar kararmışım' takıntılarına kapılıyoruz. Hele bu yaz bir de yanık ten modası varken, bundan nasıl kaçacağız diyorsanız, bilim adamları bronzlaştırıcı ürünler kullanmayı öneriyor. Zaten modacılar da gerçek anlamda bronz ten yerine, ALTIN TEN öneriyorlar.

Bronzlaştırıcı ürünlerle tanışmanın tam zamanı

Çoğu kişi bronzlaştırıcı ürünlerle barışık değil. Bunun iki nedeni var. Eski kuşak bronzlaştırıcılar sarı bir renk veriyordu ve hoş olmayan bir kokuya sahipti. İkinci neden ise, ürün hakkında yeterli bilgiye sahip olunmaması. Sözgelimi ürünün cilde zararlı olduğu sanılıyor (oysa en emniyetli güneş ürünü), ikincisi cildi yıkandıkça çıkacak şekilde boyadığı sanılıyor (dikkat, fondötenden söz etmiyoruz). Bir de doğru kullanılmamaya bağlı olarak kötü sonuç alınması söz konusu. Bu ürünleri biraz tanımaya ne dersiniz?

Nasıl kullanmalı?

Herşeyden önce, bronzlaştırıcı ürünün başarılı bir şekilde kullanılması demek, sürüldüğü alanda hiç renk farkı yaratmadan bronzluk salması. Ama bunun bir koşulu var: Cilde önce 'scrubbing' denilen işlemi yapmak. Hani bazı ürünlerde minik tanecikler vardır, cilde oğuşturarak sürülür ve suyla temizlenir. Bu, cildin yüzeyinde yer yer birikmiş ölü hücre tabakasının giderilmesini sağlıyor. Eğer bu alanlar giderilmezse, daha koyu renk tutar. Eğer scrubbing için kozmetik bir ürününüz yoksa, kolayı var, bir miktar tuzla cildinizi nazikçe oğuşturup, suyla durulayın.

Gerisi ürünün prospektüsüne kalıyor. Sürüldükten sonra belli bir süre giysi ya da saç değmemeli (15 dakika ile yarım saat arası); sonrası kolay, bir satte bronzluk başlıyor.

Ve küçük bir not: Bacaklara uygulanan bronzlaştırıcı ürünler, renk bütünlüğü sağlayıp selülit görünümünün maskelenmesine de yarıyor.

Bir de güneşlenirken kullanılacak yanma ürünleri var. Yüz cildinin gençliğine önem veriyorsanız, yalnızca tatilde değil, kentte güneşe çıktığınız saatlerde de en az 30 faktörlü bir ürün kullanmalısınız.

Faktör numaraları bilindiği gibi, güneşte emniyetli kalma süresiyle ilgili. Yani eğer 15 faktör kullanılıyorsa, korunmasız kalabileceğiniz sürenin 15 katı kalabilirsiniz demek.

Ve bir not: Koruma faktörlü iki ürünü üstüste kullanırsanız, emniyet artmıyor, yani iki ürünün koruma sayılarının toplamı gibi bir şey söz konusu değil.

Saçlar, dudaklar

Tabii ki konu güneşten korunma olduğunda iş ciltle bitmiyor. Saçlar ve dudakların da korunması gerek. Bu çok kolay. Koruma faktörlü rujlar, saç spreyleri, saç jöleleri var.

Bir not: Açık renge boyanmış bazı saçlarda güneş, deniz, tuz, klor bileşimi, yeşermeye neden olur. Bu yeşerme saçın doğal kızıl pigmentiyle ilgili. Bazı saçlarda kızıl pigment yoktur, bu saçlar açıldığında, yeşerme olabiliyor.

İlle de tatil söz konusu değil. Çoğumuz yazın büyük bir kısmını kentte geçiriyoruz ve güneşe çıkıyoruz. Artık makyaj malzemelerinde de koruma faktörü var. Nemlendiricilerde, fondötenlerde, ruj ve pudralarda, hatta göz farlarında. Alışveriş ederken alacağınız ürünün bu özelliğini sormayı unutmayın.

KOZMETİK SÖZLÜĞÜ

Alacağınız her türlü kozmetik ürünü çok iyi tanımanız gerekiyor. Zorluk, ‘‘içindekiler‘‘ bölümüne gelindiğinde başlıyor. Anlamadığımız bir sürü sözcük, madde var. Bunlar hakkında bilgi sahibi olmak önemli. Sözgelimi yaşlanmaya karşı ürünler, üç türlü sistemle bu işi yapıyor.

antioksidan'lar: Bunlar hücre beynine zarar veren serbest radikal denen molekülleri etkisiz hale getiriyor. E vitamini, A vitamini, gingkobiloba, ginseng, karoten..

enzim teknolojisi: Özellikle cildin sıkılaşmasını sağlayan ürünlerde bunu görebilirsiniz. Enzim denen şey önemli bir iş yüklenmiş bir molekül. Sözgelimi cilde esnekliğini veren ve bozulduğunda kırışmasına yol açan kollajen ve elastin lifleri, kollajenaz veya elastaz adlı enzimlerin devreye girmesiyle bozuluyor (güneş, sigara, hastalık gibi etkenlerle).

alfa-beta hiDroksi asitler: Bunlar meyve asiti veya meyve sirkesi olarak adlandırılan maddeler. Cildin her alanında eşzamanlı bir yenilenmeyi sağlayarak pürüzsüz, yepyeni bir üst yüzey oluşturan nazik peeling yapan yumuşak asitler.

'Retinol' de işte böyle iş gören, ama daha güçlü etki gösteren bir madde (daha yaşlı ciltler için); yani sıradan yumuşak asitlerden (alfa ve beta hidroksi gibi) daha kuvvetli. Lifting yapan ürünlerde de kafeine rastlarsınız, kontur düzenlemek için yağ dokusunda etkili oluyor.

Cilt kuruluklarına karşı önlemeler

Cildinizi tahriş edecek her şeyden mutlaka uzak durun.

Banyoları azaltın ve sıcak su yerine ılık su ile yıkamayı tercih edin. Yağ kökenli sabunları ender olarak kullanın; banyodan sonra alkolsüz cilt emülsiyonunu ovalamadan kuru cilde dokunarak yayın. Cilt nemlendirici mutlaka kullanın.

Evinizde kendinize nemli ortamlar yaratın. (Özellikle yatak odanızın nemini artırın. Radyatör veya soba üzerine içi su dolu bir kap koymanız da mümkün.

Cildimizdeki Yaralar ve Tedavi Yolları

Cilt insan vücudunu kaplayan en geniş organ olup organizmanın çevreye karşı dış duvarıdır; dolayısıyla bazı fonksiyonları yerine getirmekle yükümlüdür.

Mekanik, kimyasal ve biyolojik etkilere karşı koruma sağlar. Su dengesini ve vücut sıcaklığını düzenler. Dokunma, basınç, sıcaklık ve acı gibi duyuları ileten bir duyu organıdır. Kızardıklarında veya sarardıklarında açık tenli kimselerin cildinde duyguları gözükür. Cilt aynı zamanda bağışıklık süreçleriyle de ilgilidir ve metabolik fonksiyonlara (D2 vitamini ve kolesterol sentezi) sahiptir.

Cildin icra ettiği fonksiyonların çeşitliliği karmaşık yapısına yansımıştır. Cilt, her biri farklı bir doku yapısına sahip üç tabakadan oluşur.
Bir araya gelerek cildi oluşturan üç tabaka dıştan içe doğru epidermis, dermis (corium) ve sub kutistir. Her tabaka bundan sonraki bölümde ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.

Yaralar kavramıyla iki fizyolojik yara iyileştirme yolu da açıklanmaktadır. Epidermis cildin en dıştaki tabakasıdır. Birkaç keratinosit tabakadan oluşur. Kalınlığı vücudun bölümüne, yaşa ve cinsiyete bağlı olarak değişir. Epidermis hücreleri dört tabakaya ayrılabilir. İçten dışa doğru bunlar stratum basale epidermidis (tek tabakalı), stratum spinosum epidermidis, stratum granulosum epidermidis (tek katlı veya çok katlı) ve stratum corneum epidermidis.

Keratinositler epidermisin stratum basalede teşekkül eder. Süreç sırasında yapılarını değiştirerek üst tabakalara yayılırlar. Stratum spinosumda diken hücreleri, Stratum granulosumda granüler hücre ve stratum corneum da horny hücreler şeklinde bulunurlar. Bir keratinositin bütün tabakaları kat ederek cansız bir horny hücre olarak yüzeye düşmesine kadar geçen süre turnover olarak adlandırılır ve genellikle dört hafta kadar sürer.

Epidermiste mevcut diğer hücreler arasında melanositler (pigment üreten hücreler), Meckel hücreleri, Langerhans hücreleri lenfositler bulunur. Dermisten farklı olarak epidermiste damar bulunmaz. Beslenme, altta bulunan dermisten difüzyon yoluyla olur.

Dermis, cilde elastikliğini veren lifli ve iyice damarlaşmış bir dokudur. İki dokudan oluşmuştur, stratum papillare ve stratum reticulare.

İnce yüzey tabakası olan stratum papillare ince elastik lifler içerir ve bağ doku kabarcıklarıyla epidermise bağlanır. Bu kabarcıklar yoğun bir kılcal damar ağıyla çevrelenmiş olup, epidermise kan gitmesini sağlarlar. Stratum papillare aynı zamanda histositler, fibroblastlar, meme hücreleri ve bağışıklık hücreleri, serbest sinir uçları ile dokunma ve basınç algılayıcıları gibi hareketli bağ doku hücreleri bakımından da zengindir.

Cildin Anatomisi

Epidermisin yapısı
stratum corneum
stratum granulosum
stratum spinosum
stratum basale

Fonksiyonu
vücudu dış çevreden korur

Ana hücre tipleri
keratinositler
ömrü: yaklaşık dört hafta

Dermisin yapısı
Damarlı ve lifli doku iki tabakadan oluşur:
stratum papillare
stratum reticulare

Fonksiyonu
epidermisi difüzyonla besler
cilde elastikliğini verir
sıcaklığı ve kan basıncını düzenler.

Bağlantıları
ter bezleri
kıllar
yağ bezleri

Alttaki geniş stratum reticulare esas olarak vücut yüzeyine paralel uzanan kalın kollajen lif demetleri ve elastik liflerden ibaret bir ağ yapısı oluşturur. Ter bezleri, kıl bezcikleri ve yağ bezleri gibi epitel uzantılarının kökleri buradadır. Subcutise bitişik olan dermis ana fonksiyonları vücut sıcaklığı ile kan basıncını düzenlemek olan küçük ilâ orta boy damarların oluşturduğu bir ağ yapısını içerir. Subcutis dermisin altında bulunur ve iki tabakayı ayıran belli bir sınır yoktur.

Subcutis yapısı
yağ doku
bağ doku

Fonksiyonu
taşıyıcı ve bağlayıcı tabaka
ısı ayarlama
mekanik tampon

Subcutis dermisin altında bulunur ve iki tabakayı ayıran belli bir sınır yoktur. Subcutis fasyanın başladığı yerde biter.

Subcutis, içinden kan damarları, sinirler ve lenf damarlarının geçtiği bağ doku perdelerinin birbirine bağladığı yağ doku lobüllerinden oluşur. Subcutis cildi matrixle irtibatlandıran taşıyıcı ve bağlayıcı bir tabakadır. Enerji deposu ve mekanik tampon görevi yapar ve vücudu sıcaklık dalgalanmalarından korur. Subcutis yapısı cinsiyete, vücudun hangi bölümünde bulunduğuna, yaşa, besleme durumuna ve diğer bazı faktörlere göre farklılık gösterir.

Yara, normal fonksiyonlarını kesintiye uğratacak tarzda bir dokunun yaralanması veya tahrip olmasıdır. Organizmanın doğal tepkisi yaraları mümkün olduğunca kısa sürede kapatmak ve yapıların normal sürekliliğini geri getirmektir. Bu süreç yara iyileşmesi olarak adlandırılır. Yara iyileşmesi tüm dokularda aynı biyolojik ve biyokimyasal prensipleri takip eder. Yara iyileşmesi, yaranın şiddet ve durumuna bağlı olarak birincil ve ikincil olmak üzere iki tipte olabilir. Birincil yara iyileşmesi yara iyileşmesinin optimum çeşididir. Birincil yara iyileşmesinin meydana gelebilmesi için yaranın kenarları düzgün ve aynı hizada bulunmalı, yara temiz ve iyi pansuman yapılmış olmalıdır. Birincil yara iyileşmesi, hissedilir hiçbir yangı olmadan yaranın dört - altı günde süratli ve karmaşıklaşmamış kapanmasıyla sonuçlanır. Çok az kabuk bağlama meydana gelir ve yapı ile fonksiyon büyük oranda eski haline döner.

Doku kaybı, hizası bozuk yara kenarları, enfeksiyon veya kan beslemesinde yetersizlik varsa, ikincil yara iyileşmesi meydana gelir. İkincil yara iyileşmesi bir haftadan uzun süren ve genellikle iki - üç haftayı geçmeyen gecikmeli bir iyileşme süreciyle tanınır.

İkincil yara iyileşmesi değişmez olarak fonksiyon görmeyen büyük bir kabuğun teşekkülüyle sonuçlanır.

Yara iyileşmesi tipleri

Tanım
fonksiyon kaybı eşliğinde doku yırtılması veya tahribi

Yara iyileşmesi tipleri
birincil ve ikincil yara iyileşmesi

Birincil yara iyileşmesi
optimum iyileşme
dört ile altı günde iyileşme
karmaşıklaşma yok
kabuk bağlama çok az veya hiç yok, fonksiyon kaybı hiç yok

İkincil yara iyileşmesi
karmaşıklaşma dolayısıyla geç iyileşme
kayda değer kabuk bağlama
iki ilâ üç haftada iyileşme

Tedavi Yolları

Yara temizleme geç iyileşen yara yönetiminde yaygın olarak uygulanır. Bazı enzimsel, mikrop kırıcı, fiziki ve cerrahi temizleme teknikleri kullanılabilir. Bunlar gelecek bölümde açıklanmaktadır.

Bir yara temizlenirken hijyenik çalışma şartlarının muhafazası, pansuman karışıklıklarının önlenmesi ve yaranın kurumasının durdurulması önemlidir.

Enzim preperatları yara temizliğinin temel dayanaklarından biridir. Enzimler, exudatif fazda nekrotik malzemeyi ve kabuğu seçici olarak parçalayarak fizyolojik yara temizliğine takviyede bulunurlar. Bu da yeni dokunun (granülasyon ve epitelleşme) üretilmesini hızlandırır. Enzimle temizlemenin önemli avantajlarından biri sağlıklı doku el değmeden kalırken nekrotik dokunun ayrılmasıdır.

Doğal kollajen en önemli insan bağ dokusu proteinidir ve öyle olunca cildin önemli bir yapısal elemanıdır. İnsan kollajeni, doku tipine göre farklı biçimde düzenlenmiş paralel tropokollajen moleküllerden ibaret örgüye benzer fibrillerden meydana gelir.

Kollajenin temel bileşeni olan tropokollajen helixel olarak birbirlerine sarılmış polipeptit zincirlerinin üçlü helixinden yapılmıştır.

Her polipeptit esas olarak amino asitler, glisin, hidroksiprolin ve prolinden meydana gelir. Bu bileşenler glisinle başlayan üçlü spiral oluşturur.

Kollajenaz kollajeni parçalayabilen tek enzimdir. Yara iyileşmesinin exudatif safhasında, yer değiştiren fibroblastlar, keratinositler, makrofajlar ve granülositler tarafından yaranın içine endojen kollajenazlar salınır. Kollajenaz kollajen liflerini daha sonra proteazlar tarafından daha da parçalanabilen dörtte bir ve dörtte üçlük parçalara ayırır. Böylece ortaya çıkan çok küçük kollajen parçalanma ürünleri granülosit ve makrofajların yer değiştirmesi için kemotatik çekici olarak hareket ederler. Granülosit ve makrofajlar nekrotik malzemeyi fagositoza tâbi tutarak yara temizleme sürecine devam ederler. Makrofajlar aynı zamanda granülasyonu hızlandıran (proliferatif faz) kollajenazlar ve biyolojik bakımdan aktif maddeler de salgılar. Yeni granülasyon dokusu teşkil edildiğinde, yeni dokuda fazla hücre çoğalmasını önlemek için, kollajen aktifliği azaltılır. Geç iyileşen yaralarda, bir endojen kollajenaz ek-sikliği vardır. Bu da, kollajen lifleriyle yaranın taba-nına bağlanan nekrotik dokunun yeterince parçalanamaması demektir.

Endojen kollajenaz aktifliğini artırıp iyileşmeyi hızlandırdığından, yaraları geç iyileşen hastalarda bakteriyel kollajenaz preperatlarının kullanılması özellikle tavsiye edilmektedir.

Geç iyileşen bütün yaralara bakteriler koloni kurar. Ancak, bu tedavi gerektiren bir enfeksiyonun varlığını göstermez. Bu nedenle, antibiyotikler ancak milimetreküp başına 105'ten çok koloni teşkil eden birim kültürü gelişmişse ve bitişik dokunun süzmesi nedeniyle kızarıklık ve acı, yaradan su ve püy sızıntısı veya ateş gibi sistemsel belirtiler varsa kullanılmalıdır.

Yara enfeksiyonuna neden olan en yaygın patojenlerden bazıları Escherichia coli, Pseudomonas aeruginosa ve streptococ'dur.

Antibiyotikler sistemik veya lokal olarak kullanılabilir. Antibiotiklerin lokal kullanımı bazı nedenlerden dolayı problemlere yol açabilir. Onların kullanılması patojenlerin daha dirençli olmasına yol açabilir veya dokunma alerjilerini ortaya çıkarabilir. Buna ek olarak, yara iyileşmesi sürecine zarar vermeden yeterli ilaç seviyelerinin elde edilmesi zordur. Lokal tedavinin bir avantajıysa, ilacın kan dolaşımı içine asgari emilmesi nedeniyle neredeyse sistemik yan etkisinin bulunmayışıdır.

Hassasiyet riski yüzünden, lokal tedavi için antibiyotikler yerine antiseptikler kullanılabilir.

Bununla birlikte, antiseptik kullanılırken etki yelpazelerinin sınırlı olduğu, hassasiyete yol açabildikleri-antibiyotiklerden az olsa bile-uygulandıklarında acıya yol açabilecekleri ve yara iyileşmesi sürecine büyük zarar verebileceklerinin unutulmaması önemlidir.

Nekrotik dokunun ayrılıp yaranın temizlenmesini sağlamak için fiziksel tedbirlere başvurulabilir. Bu tedbirlerden bir tanesi, ıslak sargı uygulanmasıdır. Kullanılacak en iyi çözüm, yaradaki elektrolit dengesini altüst etmediğinden yara iyileşmesi sürecine zarar vermeyen Ringerle yıkanmasıdır. Koloni teşkil eden birimlerin sayısını azaltmak üzere denenip test edilen tedbirler arasında H2O2 ile yıkama ve UV-C ışığıyla ışınıma maruz bırakma bulunmaktadır.

Cerrahi temizleme geç iyileşen yaralar halinde bir başka alternatiftir. Cerrahi yoldan, yabancı cisim dokusu, nekrozlar, kabuk ve kötü pansuman yapılmış doku etkin biçimde çıkarılıp yaranın kenarları kolayca temizlenebilir. Enfeksiyona uğrayan bölgeler kesilip çıkarılabilir ve salgıların uzaklaştırılması için çıkışlar bırakılabilir. Bununla birlikte cerrahiyle, taze granülasyon dokusunu zedeleme riskinden bahsetmesek bile, yüksek enfeksiyon, kanama ve acı riskiyle ilişkilidir. Bu nedenle, cerrahi temizleme ancak doğru eğitim verilmiş personel tarafından yapılmalıdır.

Enzim tedavisi

Enzim tedavisinin fonksiyonu
yara temizliğinin takviyesi
granülasyon ve epitelleşmenin hızlandırılması

Kollajenin fonksiyonu ve yapısı
en önemli fizyolojik doku proteini
üçlü polipeptit zinciri bir topokollajen molekülü oluşturur.
üçlü tropokollajen molekülleri fibril oluşturur
fibriller birbirine bağlanarak kollajeni teşkil eder.

Enzim tedavisi

Polipeptit zincirlerinin bileşimi
prolin
glisin
hidroksiprolin

Endojen kollajenazın fonksiyonu
kollajeni parçalar
granülosit ve makrofajları çekerek yarayı temizler
makrofajlar vasıtasıyla biyolojik bakımdan aktif maddeler salgılayarak granülasyon dokusu üretimini hızlandırır

Bakteriyel kollajenazın fonksiyonu
geç iyileşen yaralarda endojen kollajenaz aktifliğini artırır

Antibiyotikle tedavi

Antibiyotiklerin kullanımı
enfeksiyona dair klinik belirtiler varsa
milimetreküp başına 105'ten çok koloni teşkil eden birim kültürü gelişmişse

Antiseptiklerin kullanımı
lokal antibiyotiklerin yerine

Fizik tedavi/cerrahi

Fizik ve cerrahi tedavinin fonksiyonu
yara temizleme
nekrotik malzemenin daha etkin biçimde çıkarılması

Tuncay NAS*, M. Zeki TANER**, M. Bülent TIRAŞ**, Ali ULUTÜRK***, Akgün YILDIZ****,Haldun GÜNER****, Mülazim YILDIRIM****
Uz. Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD,
** Yard.Doç.Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD,
*** Dr.Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD,
**** Prof.Dr. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD,

Kalıcı Makyaj (Mikropigmentasyon)

Rahatlığınız için: Günün her saati, senenin her günü, bir şey gizlemenize gerek olmayacak.
Güvenliğiniz için: Her an kendinizden eminsiniz.
Beğenilmeniz için: Çekici ve doğalsınız.
İmajınız daima net: İş yerinde, sosyal hayatta, eğlencede, havuzda, uyandığınızda.
Kalıcı makyaj ile günün 24 saati, senenin 365 günü, çekici ve net bir imaj...

Mikropigmentasyon, halk arasındaki adı ile kalıcı makyaj, aslında semi permanent, yani yarı kalıcıdır. Nedenine gelince; Mikropigmentasyonda kullanılan pigmentler, boya maddeleri, zamanla hücrelerin fizyolojik fonksiyonu olan FAGOSİTOZ ile yok olurlar. Hücre, pigmenti içerisine alır, parçalar ve yok eder. Diyebiliriz ki, mikropigmentasyon 2-3 sene de yok olur. Ancak yine de bu durum cilt tipi ile bağımlıdır, bazı ciltlerde pigmentler tamamiyle yok olmaz bazı gölgeler kalabilir. Burada özellikle vurgulamak gerekir ki kullanılan boya maddelerinin kesinlikle, organizmaya zararlı etkisi söz konusu değildir, ancak ne tür pigment kullanılacağı konusunda uzmanınızdan bilgi edinmeyi ihmal etmeyin.

Mikropigmentasyon Hangi Durumlarda Uygulanır ?

Mikropigmentasyon düzgün olmayan çizgileri düzeltmek için çok kullanışlıdır.

· Kısa bir kaşı uzatmak.

· Belirgin olmayan veya hiç var olmayan kaşlar çizmek.

· Dudak çizgilerini düzeltmek.

· Göz çizgisini yukarı kaldırmak.

· VİTİLİGO lekesini örtmek.

· ALOPESİ, saçlı deride kel bölgeleri kamufle etmek.

· KEMOTERAPİ izlerini gizlemek.

· Yara izlerini gizlemek.

· Veya, sadece daimi makyajlı görüntüsü vermek.

Hangi Durumlarda Mikropigmentasyonu Silme İhtiyacı Olur ?

· Yanlış yapılmış bir çizgiyi düzeltmek için.

· Kaşlar kalıcı makyaj ile çizilmiş ise, estetik ameliyat sonrası çok yukarı çıkacağından, düzeltilmesi gerekecektir.

· Yaşlanma ve cilt gevşemesi ile kaşların çok aşağı düşmesi yüzünden düzeltilmesi, aynı şekilde göz çizgilerinin düzeltilmesi.

· Dövmelerde; daha önceden yapılmış, ama artık istenmiyen isim veya şekillerin çıkartılması.

Mükemmel bir mikropigmentasyon elde etmek için 2 veya 3 seans gerekmektedir. Her seans arası 3 hafta ile 1 ay olmalıdır. Ayrıca her mikropigmentasyon işleminde, rengin % 30 - % 50 si kaybolur. Bu uygulanacak kişiye mutlaka anlatılmalıdır.
Pigment kaybı :

· Cilt tipine

· Kabukların erken koparılmasına

· Cildin kendini yenileme özelliğine (skatrizasyon)

· Pigmentlerin korneum tabakasına düzgün ve yeterince derin girmemesine bağlıdır.

SELÜLOİT

Selüloit yada kısaltılmış şekli ile selülit, derinin alt tabakasında, yağ dokusunun hemen çevresinde oluşan ve derinin üst bölümünde pütür pütür görüntü bırakan bir hastalıktır.
Tıptaki adı Hidrolipodistrofi`dir.
İki parmak arasında kıstırıldığında, cildin dış tabakasında girinti ve çıkıntılar meydana gelir ki, tıpta buna “portakal kabuğu görünümü” denir.
Uyluğun üst kısmı, dizin ile bileğin iç kısımları, kaba et ve baldırların arkası ve üst bacaklara genelde süvari pantolonu şeklinde yerleşir.
Tüm zayıflama rejimlerine karşı dirençlidir. Özel bir tedavi gerektirir, kendi kendine geçmez.

Selüloit üç elemandan oluşur:
1-Dayanıklı hale gelmiş bölmeli bir konjonktif doku.
2-Su molekülleri ve tuz molekülleri.
3-Konjonktif doku içine hapsolmuş yağ hücreleri birikintileri. Bu bölgesel yağ birikimi, cildin hareketliliğinin azalması ve kalınlığının artmasıyla kendini gösterir. Elle dokunulduğunda cilt pütürlü, sertleşmiş ve muntazam olmayan bir görüntü verir.

Selüloit ağrılı olabilir. Ağrının şiddeti Selüloitin sinir liflerinin üzerine yapmış olduğu basınç derecesiyle orantılıdır.
Selüloit, zayıf, hatta çok zayıf kadınlarda bile görülebilir.

Hormonal nedenler: Hiper folikülin, yani kadınlarda yumurtalardan salgılanan folikülin hormonunun artışı. Bu hormon, dokularda su tutma özelliği nedeniyle Selüloite zemin hazırlar.

Soya çekim: Anne selüloitli ise çocuğunda da görülebilir.
Dolaşım bozukluğu (damar yetmezliği): Selüloit ve damar yetmezliği birbirine paralel gider. Yani Selüloit damar yollarında oluşur ve damarları sarar, sıkar. Bu durum kan dolaşımını daha da zorlaştırır ve varisler meydana gelir. Bu da damar yetmezliği, selüloit, varis, daha ileri derecede damar yetmezliği olarak gittikçe ciddi boyutlara varır.

Kabızlık, hipotiroid, doğum kontrol hapı kullanımı, karaciğerin kötü fonksiyonu ve sinirsel düzensizlik...

TEDAVİ
Çeşitli etkili yöntemlerle Selüloit artık kesinlikle tedavi ediliyor. Selüloit tedavisinin tıbbi tedavi şekilleri şunlardır:
Masajlar : Selüloit tedavisinin en önemli ayağı masajdır. Çünkü masaj kan ve lenf dolaşımını harekete geçirir ve dokuların taze oksijen ile dolmasını sağlar. Selüloit tedavisinde etkili olan iki tür masaj vardır.

Dolaşım masajları: Kan ve lenfatik dolaşıma yöneliktir. Bu masaj deri altı kan dolaşımını aktive ederek, dokunun canlanmasını sağlar.

Lenf drenajı masajları: Bu masajlar özellikle lenf dolaşımı üzerinde etkilidir. Masajın, hem elle, hem de aletle uygulanan şekilleri vardır. Elle olan daha yüzeysel olurken, aletli masajın derinlemesine bir etkisi vardır. Her iki masaj sonunda hücrelere bolca oksijen gider ve toksinlerin vücuttan atılması kolaylaşır.
Selüloitte özellikle de etkili olan insanın kendi yaptığı drenajdır. Bu nedenle kendi kendinize şu masajı yapın; masaja okşama hareketleriyle başlayın. Üst uyluklara önce bir, sonra iki elinizle yumuşak bir şekilde aşağıdan yukarı doğru kalçalarınıza kadar masaj yapın. Daha sonra derinizi sıkıştırmadan baş ve işaret parmaklarınızın arasına alın ve yoğurur gibi masaj yapın ve bu arada dizlerin iç tarafını unutmayın. Antiselüloit kremlerinin dokulara etkisi, daha önce masaj yapıldığı takdirde iki kat daha fazla olur. Nedeni, lenf ve kanın harekete geçmesidir.

Akupunktur: Organizmanın değişik fonksiyonlarının hepsinin kumandasının kulakta bulunduğu savı ile tedavi edilir. Akupunktur ile bu fonksiyonlar harekete geçirilir. Bu fonksiyonların arasında su birikmesine neden olanlar da aktive edilir.

Ozon terapi - Ozon banyosu: Ozon terapi, hücre oksijenlenmesini baz alarak, başarılı bir şekilde selüloit tedavisinde de uygulanır. Artıklarla dolu olan selüloit hücrelerini oksijen ile temizlemeye yönelik bir programdır. Ozon terapi bir kabın içerisinde gerçekleşir. Bu sırada ozon buharın epiderm tabakaya kadar girip o bölgenin oksijen ile dolmasını sağlayarak, dokusal kan dolaşımını aktive eder.

Lazer terapi: Lazer terapi ikiye ayrılır; soğuk lazer ve sıcak lazer. Soğuk lazer, helyum neon lazer olarak da anılır. Selüloitli bölgedeki hücreler üzerine uygulanır. Lazer, burada hücreleri geçerek değişimleri hızlandırıp, o bölgede su tutulmasını engeller. Sıcak lazer, selüloitin oluştuğu hareketsiz bölgeye uygulanarak, orada bulunan dokuların dolaşımını sağlar.

Ultrason: Fark edilemeyecek kadar küçük yağları bile derinliğine yakalayıp, parçalamayı başarır. Daha fazla yağlanmanın olduğu bölgelerde de daha derine gidilerek lenfleri uyarır.

Basınç terapisi: Bu metotta bacaklar sarılır. Hava basıncı ile çalışan bir odaya girilir. Çok dikkatlice yavaş yavaş, hava basıncı azaltılır. Bununla da lenfatik dolaşım ve kan dolaşımı harekete geçer. Tabi burada önemli olan kişiye özel bir programlama yaparak, herkesin ihtiyaçlarına uygun bir tedavi uygulamaktır.

Mezoterapi: Bu yöntemde, sıvı haldeki ilaçların şırınga darbeleriyle uygulanması esastır. Daha yeni bir versiyonu da homeopati yöntemini kullanarak, tahmin sistemini çalıştırmak ve öngörüden yararlanarak uygulama yapmaktır. Hiç yan etkisi olmayan naturel maddelerden faydalanılmalıdır.

Lipoelektro: Bu, uzun iğnelerden yararlanmak suretiyle yapılan bir yöntemdir. Uzun, çok ince uçlu ve keskin iğnelerle uygulanır. Elektro ile yağlı bölge arasında bir bağlantı kurulur. Çok düşük düzeyde çalıştırılarak, Selüloitli bölge üzerinde çalışılır. Bu bölge üzerinde, düzenli ve sık aralıklarla işlem yapılır. İğne, Selüloitli bölgedeki yağları parçalar ve yağları ortaya çıkartır ve aşırıya kaçmadan bunlar boşaltılır.

Günümüzün yeni antiselüloit kremleri deriye hemen giriyor ve doğrudan doğruya yağ hücrelerini etkiliyor. Etkili maddelerin bazıları yağ depoes"> biri de kafeindir. Kafein yağı ayrıştıran enzimleri harekete geçirir ve bununla birlikte lenf akışını kolaylaştırır. Su en iyi temizleyici maddedir. Bol su içmek dokuları zehirli ve atık maddelerden temizler. Ayrıca kalsiyum, potasyum, demir ve magnezyum gibi maddeler dokuları sıkılaştırırlar. Bunların etkisini dışarıdan kullanılan antiselüloit ürünleri kuvvetlendirir. Aynı zamanda vücudun atıklardan temizlenmesinde de etkili olur.

Yüksek topuklar, yanlış yürüme hareketleri, kambur oturma...
Bunlar, selüloite yol açan nedenlerdir. Çünkü bu saydıklarımız, toplardamarlarda ve lenf damarlarında kanın geriye doğru akışını olumsuz yönde etkilerler. Sonuçta zehirli maddeler vücuttan o kadar çabuk çıkmaz ve atık maddeler dokularda toplanır. Ve deri gevşer, çukurlar oluşur. Bu nedenle her zaman şunu düşünün, dik durma vücudu uzatır ve daha zayıf görünürsünüz.
Duruş hatalarını bilinçli olarak dengelemek için sırt egzersizlerinin yararı vardır. Haftada iki kere jogging ve bisiklete binmeyle buna yardımcı olun.

Selüloit üç aşamada gelişir. Birinci aşaması dolaşım bozukluğudur, damarlardan çıkan su dokulara dolar. Dokular acılı ve duyarlıdırlar. Ödemli denilen bu devrede başarılı bir şekilde tedavi yapılabilir. Bu devrede tedavi yöntemi mezoterapidir. İkinci aşamada, ödem daha da fazlalaşır. Bu aşamada selüloiti buradan atmak oldukça güç olmasına karşın, tıpta mezoterapi ile başarılı bir tedavi mümkün olabilir. Üçüncü aşamada, bu dokularda biriken yağ, su ve tuz molekülleri organizma tarafından kullanılamaz ve selüloit yerleşir.

Rejim, su açısından zengin, tuz açısından zayıf olmalıdır. Selüloit tedavisinde tuzu asgari düzeye indirmek gerekir. Balık, kabuklu deniz ürünleri, kümes hayvanı ve yumurta yenilerek protein açısından zengin bir beslenme uygulanır. Şekerlemeler, hamur işleri, bakliyat kaldırılmalı, alkolden uzak durulmalıdır. Zira alkol kanda yağa dönüşür ve vücutta birikir.

Tedavinin asıl amacı selüloiti oluşturan süreci tersine çevirmek ve yağ hücreleri düzeyinde lipolizi (yağ yıkımı)tekrar harekete geçirmektir. Yani, birikimi ortadan kaldırmak, lenf ve kan dolaşımını rahatlatmak, lipoliz mekanizmasını tekrar harekete geçirmektir.
Beslenme ne kadar fazla tek yönlü olursa, selüloite o kadar çabuk aday olursunuz. Özellikle de Fast Food`a ve hazır yemeklere karşı olan eğilimimiz dokuları kötü yönde etkiliyor. Hayvansal yağlar, şeker ve tuz da en kötü düşmanlarımız. Bunlar yağ hücrelerini şişiriyorlar, dokularda su yapıyorlar ve vücudun atıklardan temizlenmesini önlüyorlar. Bu nedenle yemek listenizde taze, yağsız ve besleyici maddeleri fazla olan yiyecekler bulunmalıdır. Meyve, sebze, kepek, çavdar ürünleri ve baklagiller gibi. Bu besinlerde bir yanda dokuları atık maddelerden temizleyen, öte yanda hücrelere besleyici maddelerin naklini çabuklaştıran fazla miktarda potasyum vardır. Portakal, muz, karpuz, avokado, havuç, şalgam, fasulye, bezelye ve patates fazla miktarda potasyum içerirler.

KORUNMA
- Kilonuzu koruyun. Günde 1500 kaloriden fazla almamaya çalışın.
- Hareket edin, örneğin jogging yapın, bisiklete binin, yüzün, jimnastik yapın.
- Ayrıca vitamin ve mineral alın. A ve E vitaminleri deriyi düzgünleştirir, magnezyum metabolizmayı harekete geçirir, fosfor ve silisyum dokuları kuvvetlendirir.
- Vücudun fazla suyunu atması için beyaz ve kırmızı turp, maydanoz, kereviz, çilek ve pilav yiyin.
- Tuz, şeker, alkol, sigara, koyu çay, çikolata, kızartma ve undan uzak durun.
- Derinin kanla beslenmesini teşvik edin. Örneğin masaj eldiveni ile kendi kendinize yapacağınız masajla, bir sıcak, bir soğuk duşu sorunlu yerlere tutun. Saunanın da yararı vardır.

Sert sporlar, vücudun belirli bir kısmını çalıştıran ve düzensiz yapılan sporlar hiçbir işe yaramaz. Selüloite karşı en etkili sporlar tempolu yürüme ve yüzmedir. Fakat tıbbi olarak, bütün sporlar içinde en iyisi jimnastiktir.
Toksinleri ve zararlı maddeleri vücuttan atmak için, günde ortalama 1.5 litre su içmek gerekir. Ancak bu, herkes aynı miktarda su içecek demek değildir. Çünkü her insanın gereksinim duyduğu miktar farklıdır. Genel olarak içilecek sıvı miktarı kiloyla da ilişkilidir. 90 kiloluk bir kişi fazla zorlanmadan bir günde 3 litre su içebilir. Oysa 50 kiloluk biri için bu miktar fazla gelebilir.

Opr.Dr. Şaban Coşkun
İstanbul - 12.10.2000
http://afyuksel.com

Kırışıklık, Leke, Şekil Bozukluğu ve Sivilce İzleri

Ciltte yaşlanmaya, sivilcelere, yaralanmalara ve güneş ışınlarının olumsuz etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan kırışıklık, leke, şekil bozukluğu gibi estetik kusurların düzeltilmesi için kullanılan soft yöntemler büyük ilgi görüyor. Acı çekmeden, normal yaşamı etkilemeden uygulanır olması soft yöntemlere üstünlük sağlıyor. Kişinin estetik sorununun niteliğine ve beklentilerine göre muayeneden sonra hangi yöntemin kullanılacağına karar veriliyor.

Dolgu maddeleri enjeksiyonu

Dolgu maddelerin cilt içine enjekte edilmesiyle, kırışıklık bölgesinde hacim yaratılarak kırışıklık çizgileri düzeltiliyor. Dolgu maddeleri, yüzdeki yaşlılık çizgileri, yaralanmalarla oluşan çizgiler, yüzdeki şekil bozuklukları, kişinin derin sivilce izleri gibi sorunlarda tercih ediliyor. Ayrıca kişinin dudak kalınlaştırma, dudak şekillendirme gibi estetik değişiklik taleplerinde de bu yöntemler rahatlıkla uygulanabiliyor.

Dolgu yapılmasında kullanılan birçok madde bulunmaktadır. Bunlar sıvı parafin, sıvı silikon (ülkemizde kullanımı yasal değil) kolajen, hyalüronik asit, otolog yağ, otolog kolajen gibi maddelerdir. Kliniğimizde uygulanan dolgu maddesi, stabilize edilmiş hyalüronik asittir. Tamamen organizmaya uyumlu ve organizma tarafından eritilebilen doğal bir maddedir. Fonksiyonu, vücudun kendi hyalüronik asidinin tüketildiği yere hacim eklemektir.

Kalıcılığı ne kadar?

Dolgu maddeleri enjeksiyonun kalıcılık süresi 5 -12 ay arasında değişiyor. Metabolizmanın, hyalüronik asidi su ve karbonhidrata dönüştürmektedir. Büyüme faktörleri ve hormonlar, glikoz ve oksijen gibi önemli besleyici ajanların serbest geçişine olanak verir. Hyalüronik asit jelinin parçaları arasında hücreler dolaşabilir ve sağlıklı bir cilt ortaya çıkar. Test ihtiyacı olmadığından kişi hemen uygulamaya alınabilir, anında tatmin sağlar. Enjeksiyonun hemen sonrasında kişi normal yaşantısını sürdürebilir. Her yaşta uygulanabilir. İstenildiği sıklıkta tekrar edilebilir. Alerji riski yoktur.

BT-A (Botilinum Toksin - A) enjeksiyonu

BT-A, 1980 yılından bu yana tıbbın çeşitli alanlarında başarıyla kullanılıyor. Bazı kişilerin alışkanlık olarak kaşlarını çatmasıyla zamanla o bölgedeki çizgiler belirginleşmekte, bu da hoş olmayan bir yüz ifadesine neden olmaktadır. BT-A enjeksiyonu en sık, alın, iki kaşın arası, göz çevresi, çene ve dudak çevresindeki çizgilere uygulanmaktadır. Bu bölgelerin sinir ileti bozukluğuna ait anormalliklerinde özellikle tercih edilir. BT-A enjeksiyonunun etkisinin kalıcılığı kişiden kişiye değişiklik gösterir. Ortalama 4 -12 ay kalıcı etki elde edilir. Hiçbir sistemik yan etki gözlenmemiştir. Uygulamanın isteğe bağlı tekrarı mümkündür. BT-A enjeksiyonu uzman doktorlar tarafından yapılmadığında, kaş ve göz kapağı düşmesi, göz altı şişmesi gibi geçici yan etkiler görülebilir. BT-A uygulaması öncesi, hekimin, hastanın yüzündeki patalojiyi iyi belirlemesi, uygulayacağı dozu ve yöntemi belirlemesi gerekir.

BT-A enjeksiyonunun diğer kullanım alanları

BT-A enjeksiyonunun diğer kullanım alanları olarak, koltuk altı, el ve ayak gibi bölgelerdeki aşırı terlemeyi azaltmak amacıyla da uygulanabildiğini belirtiliyor. BT-A’nın ter bezlerinin yakınına enjekte edilmesi ile o bölgede, kişiden kişiye değişiklik gösteren biçimde 4 - 12 ay süreyle terlemenin azaltılması sağlanabiliyor.

BT-A enjeksiyonu yapılabilmesi için, kişide, başka hiçbir kas hastalığının bulunmaması ve en az 1 ay öncesinden o kişinin yüzüne, başka herhangi bir uygulama yapılmamış olması gerekiyor.

BT-A enjeksiyonuna bağlı olarak henüz bildirilmiş ciddi ya da kalıcı bir yan etki bulunmaması, bu uygulamanın önemli bir özelliği olarak kabul ediliyor.

Kimyasal peeling nedir?

Cildin zarar görmüş tabakasının değişik kimyasal maddelerin farklı konsantrasyonlarda kullanılarak kaldırılması işlemine peeling adı veriliyor. Kimyasal peeling TCA, rezorsin, laktik asit, sitrik asit, glikolik asit gibi birçok maddeyle yapılabiliyor. Bu yöntemlerden hangisinin hastaya uygulanacağına hekim karar veriyor. Kimyasal peeling, güneş hasarı sonucu oluşmuş ince çizgilerin hafifletilmesi ve kalın çizgilerin inceltilmesi, sivilce tedavisi, sivilce izlerinin hafifletilmesi, cildin yumuşaklığını artırarak, kuru kaba yapısının giderilmesi, parlaklığının artırılması ve ayrıca çeşitli dermatolojik bozukluklarda uzman hekimler tarafından uygulanan bir yöntemdir. Peeling öncesinde hasta-doktor beklentilerini, hastanın ulaşmak istediği iyilik, elde edilebilecek iyileşmenin seviyesi, hastanın tıbbi geçmişi, hastanın daha önce kullandığı ürünler ya da görebileceği tedavileri içeren karşılıklı tartışma, tedavinin başarısı için gereklidir. Hastanın yaşı, cilt tipi, cinsi, vücudunda düzeltme ihtiyacı gördüğü bölgelere göre kimyasal maddenin konsantrasyonu, süresi ve seans sayısı ayarlanır. Ortalama 8-10 seanstır.

Hangi durumlarda uygulanmaz?

Kimyasal peelingin uygulanamayacağı durumlar da bulunuyor. Bu nedenle hekimin, hastanın vücudunda, peeling yapılacak bölgeyi dikkatlice muayene edip karar vermesi büyük önem taşıyor. Aktif herpes enfeksiyonu (uçuk) bulunan, yeni operasyon geçirmiş, radyoterapi gören, cildinde yara izi oluşma ihtimali olan, siğil bulunan kişilerde kullanımı uygun değil. Ayrıca son bir ayda krioterapi (soğuk tedavisi) uygulanması ve bazı ilaçların kullanımı da kimyasal peeling uygulamasının yapılmaması gereken durumlar arasında yer alıyor. Kimyasal peeling uygulandıktan sonra o bölge güneşe maruz bırakılmamalı, ayrıca tahriş yapabilecek her türlü etkiden korunmalıdır.

Krioterapi -Soğuk tedavisi

Krioterapide, kaynama derecesi çok düşük bazı gazlar uygulanarak vücudun bir bölgesi istenilen soğutulma derecesine getiriliyor. Bu sayede güneş etkisiyle oluşan kahverengi yaşlılık lekeleri, et benleri, siğiller, virüs enfeksiyonlarının izleri başarıyla gideriliyor.

Krioterapiyle cildin yüzeyindeki istenmeyen oluşumların kaybolması sağlanıyor. Uygulanan endikasyonlarda başarı oranı çok yüksektir. Uygulama süresi çok kısadır. Herhangi bir lokal anestezi ya da cerrahi girişim gerektirmez. Kullanılan gaz, cildin yüzeyine sprey ya da dokundurma sistemiyle saniyelerle ifade edilebilecek kadar kısa süre uygulanır. Lezyonun özelliğine göre bir ya da birkaç seans yeterlidir. Uygulama sonrasında bir sızı olabilir. Krioterapi uygulandıktan sonra uygulama bölgesinde bir kızarıklık oluşur. İyileşme süreci vücudun onarım süreci kadardır. Kişide soğuğa karşı aşırı duyarlılık ya daönemli bir sistemik hastalığın bulunması durumunda krioterapi uygulanmıyor.

Evrensel Şifre ve İşlenişi

Hafıza Molekülü adlı yazımda protein adı verilen moleküllerin, genetik şifrenin etkinlik kazanması ile varolduğunu belirtmiştim. Protein sentezi adı verilen bu işlem, kendi içinde komplike ayrıntıları barındıran bir işlemdir. Konunun ayrıntılarıyla sizleri yormak yerine temel noktalarından bahsetmek istiyorum.

Hücresel yaşamın kontrolü ve dolayısıyla tüm canlılardaki hayatsal faaliyetler, genlere bağlıdır. Deoksiribo Nükleik Asitte (DNA) belli sayı ve sıralarda nükleotid bazlarının oluşturduğu diziler gen birimlerini oluşturur. Genetik şifre, metabolizmada bulunan amino asitler ile proteinler arasındaki iletişimi sağlar. Hayvansal ve bitkisel besinlerden aldığımız proteinler neden hücrelerimizde direk kullanılmıyor da, bu proteinlerin yıkımı ile elde edilen amino asitlerden yeni baştan protein sentezi yapılıyor?

Her canlının çekirdeğinde yapısal tüm proteinlerin şifresi bulunmaktadır. Yapısal proteinler, bir hücrenin yapısını oluşturan tüm organel ve birimlerin yapılarına katılan moleküllerdir. Dolayısıyla evrimsel süreç içinde şekillenen hücrelerin yapıları da birbirlerinden çok büyük farklar içermektedir. Genetik şifrede meydana gelen mutasyonlar şifrenin yapısında değişiklikler meydana getirmiş ve bunun sonucunda da farklı genler ve farklı proteinler oluşmuştur.

Geniş yelpazede çeşitlilik gösteren proteinlerin en alt birimi amino asitler tüm canlılar da sadece 20 çeşittir. İnsanlarda 20 çeşidi kullanılırken, evrimin daha alt sıralarında yer alan canlılarda bu sayı giderek azalır.

Amino asitlerin kimyasal yapıları, adından da anlaşılacağı üzere bir amino (NH3), birde karboksil asit (COOH) grubundan oluşur. Amino asitler arasında farkı ortaya koyan faktör bu ana yapıya benzen halkası, alkali grubu gibi kimyasal moleküllerin eklenmesidir.

1966 yılında Marshall Nirenberg tarafından nükleotidler ile amino asitler arasındaki bağlantıyı sağlayan genetik şifre belirlenmiş oldu. Buna göre genetik şifre, üçlü nükleotid dizilerden oluşur. Amino asitleri kodlayan ve kodon adı verilen üçlü nükleotid dizisi vardır.( AUU, GCG, UUG, UAA vb.)

Kodon sayısı 4 nükleotid arasında üçlü kombinasyonla 64 (=4*4*4) ihtimal gerçekleşebilir. Oysa protein sentezi için 20 amino asit kullanılır. Genetik şifreyi oluşturan 64 kodondan 61 tanesinin amino asit karşılığı olduğu bilinmektedir. Amino asit sayısının kodonlardan düşük olması, aynı anlamı veren birden fazla kodonun olduğunu gösterir Amino asitleri şifreleyen kodonlara anlamlı kodon denir. Üç tane kodonun ise (UAA; UAG; UGA) amino asit karşılığı yoktur, fakat protein sentezini sonlandırıcı (Terminatör) işaret görevini yerine getirirler. Bu kodonlara anlamsız kodon adı verilir. AUG kodonu ise protein sentezini başlatıcı işareti veren kodondur. Bu kodon aynı zamanda bir amino aside karşılık anlam içerdiği için anlamlı kodon sınıfında değerlendirilir.

Şifre evrenseldir. Virüsten insana kadar tüm canlılarda tüm kodların anlamları aynıdır. Genin evrenselliği, genetik mühendisliği tekniklerinin geliştirilmesine paralel olarak, günümüzde çok değişik organizma grupları arasında gen aktarımları yapılmakta ve genlerin ürünlerini yabancı konaklarda elde etmek mümkün olmaktadır.

Hücreler, sitoplazmalarında belli bir enzime ihtiyaç duyduğunda, genlerinde depolanmış olan şifreyi çözmeye başlar. Tüm bu işlemler iki ana basamakta gerçekleşir. Mesajın protein molekülüne çevrilebilmesi için öncelikle çekirdekten dışarıya taşınması gereklidir. Bunun için, mesaj RNA molekülü şeklinde kopyalanır (Transkripsiyon). Mesaj taşıyıcı RNA anlamında mRNA adı verilen molekül, bir geni oluşturan nükleotid dizisinin kopyasıdır. Çift zincirli DNA molekülünün sadece anlatım yapılması istenen bölümünün çift zincirli bölümü açılarak tek zincirinin kopyası çıkarılır. Orijinalinden tek farkı Timin (T) nükleotidinin yerine Urasil (U) nükleotidinin yer almasıdır.

Sentezlenen mRNA molekülü, çekirdeği terk ederek sitoplazmaya geçer. Hedef, ribozoma varmaktır. Şifre çözümünün ikinci evresi mRNA nın mevcut kodonlarına denk gelen amino asitlerin dizilimini gerçekleştirmektir (Translasyon). mRNA, protein sentezinin gerçekleştiği organel olan ribozomlarla ilişkiye girer. Ribozomların biyokimyasal mekanizması, mRNAdaki şifreleri çözebilen taşıyıcı RNA (tRNA) moleküllerini harekete geçirir. Taşıyıcı RNA molekülleri, mRNA molekülündeki kodonlara göre, uygun amino asitleri uç uca ekler. tRNA nın şekli aynen küçük t harfi şeklindedir. Alttaki uzun sapın ucunda bir amino asit bağlıdır. Üst taraftaki kısa uçta ise üçlü nükleotid baz vardır ve bu bölüme antikodon adı verilir mRNA daki kodonların bilgisine karşılık 61 çeşit tRNA mevcuttur. Her kodona bir antikodon karşılık gelir. Tüm mekanizma anahtar kilit sistemine uygun olarak işlerliğini sürdürmektedir.

Taşıyıcı RNA molekülleri, mRNA molekülündeki kodonlara göre, uygun amino asitleri peptit bağları ile uç uca ekler.

İki evrede işleyen protein sentezi, prokaryotik(çekirdeği olan hücreler;hayvan ve bitki hücreleri) ve ökaryotik(çekirdeği olmayan hücreler; bakteriler) hücrelerde gerçekleşir. Ökaryotik hücrelerde genetik bilginin şifrelenmesi ve şifrenin işleyişi prokaryotlara oranla biraz daha karmaşıktır. Çünkü ökaryot genlerde kodlayıcı (eksonlar) ve kodlayıcı olmayan (intronlar) bölgeler mevcuttur. Birinci evrenin sonunda ekson ve intron bölgelere sahip öncü bir mRNA sentezlenmiş olur. Daha sonra bu moleküldeki intron bölgeler özel enzimler tarafından kesilip atılır. Ancak bu işlemin akabinde ribozomda işlemler sürdürülebilir .Protein sentezinin yürütülmesinde bir çok enzim ve protein faktörleri rol oynar.

Protein sentezi sırasında meydana gelebilecek mutasyonlara karşı bir tamir mekanizması yoktur. Replikasyon(DNA nın kendini eşlemesi) işlemi sırasında meydana gelebilecek hataları onarıcı, onarım sistemlerinin olması yanında DNA nın çift zincirli yapısı, hataları minimuma indirmiştir. RNA da onarım sisteminin yokluğu ve tek zincirli yapısı bir çok dezavantajları da beraberinde getirir. Karşılaşılan en tipik problem mRNA’daki nükleotidlerden birinin aradan çıkmasıdır. Bu durumda tüm kodonlar değişecektir. Bu durumu örnek ile açıklayalım;

AUG-UGC-GAU-GCC-GAA-UCG-CUA-GCC-UGA bir mRNA molekülü kırmızı renk başlatıcı mavi renk bitirici kodondur.

Guanin (G) nükleotidi mutasyon ile aradan çıkarsa tüm kodonlar değişecektir.

AUG-UGC-GAU-GCC-AAU-CGC-UAG-CCU-GA molekülü oluşur.

Bu durumda sentez sonucunda istenmeyen bir protein elde edilebilir yada sentez yarıda kesilmiş olur. Eğer mutasyon, başlatıcı kodonda meydana gelirse bu defa sentez ribozomlarda başlatılamaz ve mRNA 20 dakikalık süre içinde parçalanır.

Çeşitli varyetelerde meydana gelebilen mutasyonlar evrimsel sürecin işlemesinde rol oynamaktadırlar. Günümüzde AIDS virüsü olarak bilinen HIV virüsünün kalıtım materyali RNA molekülüdür. Tedavi yöntemlerinin başarısızlığa uğramasının en temel nedeni HIV in kendini sürekli değiştirmesidir. RNA da meydana gelen mutasyonlar gün geçtikçe yeni tiplerde virüslerin oluşumuna sebep olmaktadır. Bu yöndeki değişimler, yürütülen tüm çalışmaların yeni baştan başlatılmasına neden olmaktadır.

Evrensel şifrelerimiz her an mutasyona uğrayıp değişimler ortaya koyması yanında değişmez kuralların hüküm sürdüğü bir sistemde işlerliğini sürdürmektedir.

Kaynak:
Moleküler Genetik 2 Prof. Dr. Güler Temizkan

Yediklerimiz ve genler değil bunların etkileşimi öldürüyor

Amerikan Newsweek Dergisi, beslenme ve diyet ile insanların genetik yapılarının nasıl etkileşime girdiğini anlama çalışmalarının tıpta yepyeni bir sayfa açtığını yazdı. Buna göre insanı öldüren şey, yedikleri ya da genleri değil, bunların karşılıklı etkileşimi.

NEWSWEEK’in ‘Diyet ve Genler’ başlıklı çalışmasını kapak konusu yaptı. Dergide, sadece diyete dayalı sağlıklı yaşam tavsiyelerinin bir sona doğru gittiği, gelecek on yıl içinde, hastaların ‘genetik profilleri’ temel alınarak sağlığa yönelik risklerin çok daha iyi anlaşılacağı ve daha uygun ‘kişiye özel’ beslenme planlarının üretilebileceği belirtildi. Bu çerçevede, bazı hastalardan brokoli yemeleri istenirken, diğerlerinden ‘çok daha fazla’ brokoli yemeleri talep edilebilecek.

Newsweek’e göre, tıpta çok yeni bir alan olan ‘beslenme genomikleri’ besin ve genler arasındaki etkileşimi çözümleyerek nasıl daha sağlıklı olunacağına ışık tutmaya başladı. Oysa eski paradigmaya göre ‘iyi genler müdahale etmedikçe, kötü beslenme kalp-damar hastalıkları ve kansere yol açıyor’du. Ancak yeni çalışmalar, bazı yiyeceklerin koruyucu ya da zararlı genleri harekete geçirirken, diğer yiyeceklerin bunlar üzerinde baskı kurduğunu gösteriyor.

Alışılagelmiş beslenme tavsiyelerinin genel anlamda doğru olduğunu belirten uzmanlar, farklı ilaçların farklı insanlarda farklı tepkilere yol açmasının nedenlerini anlamaya çalışıyorlar. Beslenme ve genler arasındaki ilişkinin çok karmaşık olduğuna dikkat çekilirken, örneğin 150 ayrı tip genin şeker hastalığının bir türüne ve 300 ayrı tip genin de obeziteye cesaret verdiği belirtildi.

Tufts Üniversitesi’nden Jose Ordovas, bu durumu bir elektrik paneline benzetiyor. Metabolizmada çok yüksek sayıda genin birbiriyle etkileştiğini belirten, Ordovas, ‘Bazı aydınlatma anahtarlarını tanıyoruz. Ama bazı insanlarda anahtara basınca ışık yanmıyor. Çünkü henüz hakkında bilgi sahibi olmadığımız başka anahtarlar var’ diye konuştu. Uzmanlar, elektrik panelinin iyi bir haritasının çıkarılmasının yıllar alacağına da dikkat çekiyorlar.

Çalışmalar sürerken haritanın parçaları da ortaya çıkıyor. Örneğin, yeşil çayın içerdiği antioksidanlar, kalp-damar hastalıkları ve bazı kanser türlerine karşı önleyici güce sahip. Ancak bu güç, bazı kadınlarda ve göğüs kanserine karşı kendini göstermiyor. Güney California Üniversitesi’nin bir çalışmasına göre, bu, COMT adı verilen enzim üreten genden kaynaklanıyor. COMT’un daha az aktif olan bir türünü üreten kadınlar, göğüs kanserine karşı yeşil çaydan daha çok yararlanıyor. Araştırmalar, farklı yiyeceklerin farklı genleri ve enzimleri farklı kişilerde farklı etkilediğini ortaya koyuyor.

APO E4 GENİ, HÜCRELERİMİZDEKİ GİZLİ AZRAİL

California Üniversitesi’nden Raymond Rodriguez, ‘Gittiğimiz yeri görüyoruz. Tükettiğimiz yiyeceklerle ilgili tahminlerde bulunma işini artık aşıyoruz’ dedi. ‘Apo E’ diye bilinen proteinin üretimini kontrol eden gen, kolestrol düzenlemesinde başaktör olarak görev yapıyor. Bu genin E2, E3 ve E4 diye bilinen üç türü var. En çok rastlanan türü E3. Ancak E2 türü yüksek olanların genelde kolestrol düzeyleri ortalamanın altında. Buna karşılık E4 türü, potansiyel bir azrail niteliğinde. E4, beslenme ile gelen bütün risk unsurlarını daha büyük birer canavar haline getiriyor ve Alzheimer, kalp-damar ve şeker gibi hastalıkların kapısını aralıyor. Uzmanlar, hastaların ‘genom profillendirmesi’ temeline dayanan beslenme yöntemleriyle risk unsurlarına karşı daha iyi korunacağını ifade ediyorlar. Boston Üniversitesi’nden Dr. Victoria Herrera, ‘Hastalara sonuç vermeyen tavsiyelerde bulunmak, bizi birer yalancı yapıyor. Genotip temelinde teşhis yaparak deneme-yanılmayla hataları aşabiliriz’ dedi.

SOYA VE KÖRİ YAŞATIYOR

‘Asyalıları hormona duyarlı göğüs ve prostat kanserinden koruyan nedir?’ sorusuna yanıt arayan uzmanlar, bu coğrafyada çok yaygın kullanılan ‘soya’daki ‘lunasin’ maddesini gösteriyorlar. Uzmanlara göre lunasin, 123 ayrı geni prostat hücrelerine karşı aktif hale getiriyor. Bunlardan bazıları, tümör gelişimini önlerken diğerleri hasarlı olan DNA’ları onarıyor. Çalışmaların yoğunlaştığı bir başka alan da ‘köri’ ve içerdiği ‘curcumin’ maddesi. Curcumin, kalp hastalığı, kolon kanseri ve Alzheimere karşı son derece etkili. Prof. Sally Frautschy, çok köri kullanılan Hindistan’da Alzheimer hastalığının en az görüldüğünü kaydetti. Frautschy ve nöroloji uzmanı olan eşi Greg Cole ise, beslenme genomikleri alanında ilerleme sağlandıkça, ilaç firmaları için de yepyeni fırsatların doğacağını belirtti.

İstanbul - 10.01.2005
http://sufizmveinsan.com